24 Şubat 2008 Pazar

Howl'un Yürüyen Kalesi




Geçenlerde, çoktandır aklımda olan bir animasyon izledim "Howl'un Yürüyen Kalesi". Bu da bir Hayao Miyazaki çizgi filmi idi. Doğrusu "Ruhların Kaçışı"ndaki kar etkileyici bir kuru, konu, mesaj zenginliği yoktu. Ondaki estetik çizgileri de göremedim bunDA. Oysa Myazaki'nin sonraki bi animasyonu olan "Howl'un Yürüyen Kalesi"nden daha fazlasını beklemiştim. Neyse, yine de güzel bir çizgi filmfi. Burada mesaj tekti; sevdiğin uğruna mücadele et ve asla vageçme! Gerçekten insanın inandığı ve istediği şey uğruna mücadelesindeki güç muhteşemdi. Hele işin içine bir de duygusal boyut girince daha da bir kalkanlanıyor insan. işte bööyle efenim. Velhasıl-ı kelam nu-mesaj bundan ibaretti. Ancak bu kez etkileyci olan Miyazaki'Nin, bu çizgi filmde iyice belirginleşen üstün yaratıcılığı, MUHTEŞEM HAYAL GÜCÜ idi. Kapı kolunu çevir ve bambaşka bir yerde ol, içi ve dışı ile beraber. Üstelik filmin erkek kahramanı da içi dışı başka olanlardandı, asıl kahramanı kız ve... anlayacağınız film, görüntüsü ile sürekli değişken ama özde faklı ve aynı kalanı veriyordu. İşin daha güzel yanı ise herkesin herkesin özünü görememesi idi ki, gerçek yaşama ilişkin çok ironik bir felsefeyi vermesi açısından etkileyici geldi.


Allahın çizgisinde de nerden bulun felsefik derinlik demeyin vala; bakmasını bilirseniz görrsünüz. Hele de mevzu bahis Mİyazaki'nin animasyonuysa..)))

Filmin en sevimli çizgisi ve tipi korkuluktu bence. Kenarda idi ama sessizce her daim ordaydı ve sevimli/estetik çizilmişti:




Bunca lafı da ööle boşuna etmedim, avrupada millet -yazı ne kelime- mİYAZAKİ'NİN BU ANİMASYONUNDAN esinlenerek onun anısına koca bir saat yaptırmış. Üstelik çizimlerini bizzat kendisinden rica etmişler. Tam 32 tane odası varmış, çeVir çevirebildiğin kadar başka bi odaya gir şeklinde. Saat gün içinde defalarca çeşitli mekanik performanslar sergiliyor. Çalmaya başladığında ise 32 değişik parça 3 dakikalık küçük bir şov yapıyor. iÇİ gezilebilecek kadar büyük olan saatin nasıl çalıştığını da incelemeleri için eseri ziyaretçilere açmayı planlıyor. Dış cephesindeki 1,228 parça bakır kaplamaların her biri el işi olan saat; 12 metre yüksekliğinde, 18 metre genişliğinde ve tam 28 ton ağırlığında.


Düşünsenize ne mmuhteşem; gidip görmek gerek..)))) Bir Gün NEDEN OLMASIN!!!

20 Şubat 2008 Çarşamba

bakın FACEBOOK'un yediği halta!

Adamın biri iyi para aldığı özel bir şirkette mutlu mesut çalışır iken kaytarmak istiyor bi gün olsun. Derken efendim, hastalığı mazaret göstererek gitmiyor o gün işe. Akşam da eğlenceli bir arkadaş partisinde boy gösteriyor. E parti bu, fotoğrafsız olur mu! Bolca da fotoğraf çektiriyorlar. Yok yok patron sürpriz yapmıyor tabii ki; ama sürpriz facebook'tan geliyor. Nası mı? Adamın arkadaşlarından biri, bu hoş geceyi ölümsüzleştirmek amacıyla yayınlıyor kendi facebook'unda güzel dileklerle. tESADÜF bu ya, nette gezerken facebook'lar üzerinden görüveriyor sevgili patron! Malum tarih de barındıran bir foto ve facebook, İŞTEN KOVULUŞUN bileti oluyor.


Bu kez yabancı ülke sınırlarında vuku buluyor olay. Adamın biri karısını aldatıyor. Hayli zamandır birlikte olduğu kadınla -karısına işi bahane ederek- tatile çıkıyor. Çeşitli yerlerde çeşitli fotoğraflarla sırlarına yenilerini ekliyorlar. Dönüşte kadın, kişisel facebook sayfasında yayınlıyor fotoğrafları. Öte yanda ise -ka. zaman sonra- adamın karısı bir arkadaş toplantısında, gruptaki arkadaşlardan birinin facebook'una bakarlarken görüveriyor koocasını, tabii ki YALNIZ ve MASUM biçimde DEĞİL. Sonuç, boşanma!

Sanırım, teknolojinin yardımıyla yıllar sonra yeniden birilerine kavuşmanın ve bunca rağbetin bedeli bu! Bakalım daha neler çıkacak!

18 Şubat 2008 Pazartesi

uyan TüRkİyE uyan!






Uyan TüRkİyE uyan! Bak koyunlarda bile bi hareketlenmedir başlamış!

Hayvanlar âleminde de durum farklı değil demek ki!!! Araştırmacı zihniyet ile sürü psikolojisi çatışıyor her dâim.

Size rehberlik edenin kim olduğuyla da alakalı tabi..)))


Vehasıl-ı kelam; inandığımız şeyin ardından gitmek önemli. Hem de sürüden ayrılanı kurt kapar gerçekliğini / riskini de cesurca göze alarak.


ne var; Âlim olcek kuzucum benim!!! ...)))

17 Şubat 2008 Pazar

BRUNO ROZETTO'dan TRAFİK KURALLARI ..))) Zaman değişti, değer yargıları da..(

Yaşadığım yerde trafik kurallarının pek gerekli ya da geçerli olduğunu söyleyemeyeceğim. Buraya ilk atandığımda "Artvin'de hiç kötü şoför yoktur" demişlerdi, etkilenmiştim. Ardından "kötü şoför yoktur, çünkü zaten iyi olmayan uçuruma yol aldığı için diskalifiye olur" deyince donakalmıştım. Yok Yok şAKA dEĞİL, DOĞRU İMİŞ! Hem biliyor musunuz; Artvin, Türkiye'de trafik ışıklarının olmadığı tek ilmiş yıllar önce. Aslında hâlâ da öyle. Borçka'da da, bi girişte var -ki o da usulen duruyor zannımca-. Araba çok ama herkes n'apması gerektiğini biliyor ki bakan yok. Sorun kalmamış oluyor dolayısıyla.
Tabi bu durum, insanlara öyle bi rahatlık vermiş ki, bazen yolda ya da ara sokakta yürürken -ki burası, iki dağ arasına sıkışmış bir yer olduğu için neredeyse her yer dar sokak gibidir- birden hızla bir araba çıkıp üzerinize doğru durmaksızın gelebilir. Ya da ne bileyim, önünüzde ilerlemekte olan bir araba birdenbire PAT diye durup burnunuza ve diğer uzuvlarınızdan birine doğru ÇOTADA şeklinde kapıyı açabilir. Tam orada park etmeye karar vermişse kısa süreliinedir, ne diyeceksiniz..))))

İşte aşağıda, you tube'dan çıkma çizgi görüntüleri izleyince BURA aklıma geldi de hem diyeyim, paylaşayım hem de birlikte tebessüm edelim istedim.



16 Şubat 2008 Cumartesi

Çayda bile Ne anlamlar Gizliymiş de, biz Mesajı Alamamışız.. :))

Gördüklerimiz nereden baktığımızla ilgili değil mi sonuçta?

“Çayın Alt Demliği Evdeki Kaynanadır ; Devamlı Kaynar Durur...
Üst Demlik Evdeki Gelindir;Alt Demlik Kaynadıkça O Olgunlaşır,Demlenir...
Gelinin Kocası İse Bardaktır ;Biraz Kaynana Doldurur Onu Biraz Da Gelin...
Çocuklar Çayın Şekeridir ; Tat Verir...
Görümce İse Çay Kaşığıdır ; Arada Bir Gelir Ve Karıştırır Gider...
Kaynataya Gelince; O Da Bardak Altıdır; Dökülenleri Bir Araya Toplar..!
Çay Deyip de Geçmemek Lazım
Demek Ki
Durmak Lazım”

14 Şubat 2008 Perşembe

Buket'im sattı; elim sende şimdi bende!

Eveeeet! Bakalım içimde kuytularda veya bazen açıkta neler var hayal baaabında?

Hayallerim:
- Yıldız Kenter, Sumru Yavrucak veya Altan Erkekli ile aynı sahneyi paylaşmak VE sahnede, şu kocaman alkışlardan alabilecek kadar başarılı olmak
- Müthiş bir konsantrasyonla viyolonsel ya da çello çalabilmek
- Kalabalıklara şarkı söyleyebilecek kadar güzel bir sese sahip olmak (ille de kalabalıklara çığırmak için değil ama)
- Fransızca öğrenip Fransızca şarkılar söyleyebilmek

Neden Olmasınlarım:
-Tiyatro eğitimi almak
- Tanınan bir araştırmacı-yazar, editör ya da edebiyat eleştirmeni olmak
- Raftinge katılmak
-Nepal, Avustralya, İtalya ve Japonyayı gezmek
-Balonla bir seyahate çıkmak ya da yamaç paraşütü yapmak
- Londra'da bir süre yaşamak ve şakır şakır İngilizce konuşmak
- Gerçek aşkı ve mutluluğu bulmak (içimde ve dışımda)
-Koskocaman bir kütüphaneye sahip olmak, hmen hepsini okuduğum
- Kilden ve tahtadan heykeller yapmak
- Denize, gerçekten balıklama dalmayı öğrenmek
Dünyaya Yeniden Gelseydim mi?:
- Radyo televizyonculuk ya da tiyatro okumak
- Yine BEN olmak; ama hayatı daha az ciddiye alan bir ben...
- Yine bayan olmak
- Yine aynı aileme ve şu anki dostlarıma sahip olmak ...
İSTERDİM
hadi bakalım Baran ve Mor Koyun ELİM SİZDE!

12 Şubat 2008 Salı

bİR rAHAT vERİN yAFU!

Sağ salim vardım kürkçü dükkânıma; ama ne yolculuktu... Zaten yorgun çıkmıştım yolculuğa, e biraz da isteksiz haliyle. Efenim neyse, bulmacalarım, kitabım ve cd çalarımla 1 numaralı koltuğumda aldım yerimi. Geldi bi teyze oturdu yanıma. Aman Allahım birkaç dakika içinde -önüm arkam sağım solum sobe şeklinde- Şavşatlı yaşlı amca ve teyzeler sardı çevremi. Genel anlamda sıkıntısız insanlardı, gayette normal başladık yolculuğumuza. Derken, arkadaki teyze gür sesiyle bitmeyen sorularına başladı -önce bana uzanarak sonra kocasıyla devam eden-. Baktım yanımdaki teyze de güç aldı başlayacak konuşmaya tatlı bi tebessümle hemen taktım kulaklığımı. Oooo çoktan uyudu teyzem. Saatler geçti ikinci molaya erdik, ben hâlâ gözü kırpılmamış. Kenarda yarı sıkışmış halde baktım tatlı bir huzurla şekerleme modundayım, arkaya yasladım hafifçe koltuğumu. Tam... 10 dakka geçmedi, tepemin ortasında bi parmak "tık tık tık" arkadaki teyze daralmış. Sıçrayarak kendime gelip diktim koltuu ve kendimi en geniş alan olan ön sehpaya bıraktım. Kafam oraya erdi dalacağım derken, saatlerdir aynı pozisyonu koruyan teyzem uyanıp kendini öne vermeye karar verdi. Haydi ben ikinci sıçramayı yaşadım. Diğer dalışımda ise teyze bütün iyi niyetiyle molanın birinde "Kızım sen burda innmeyecen miydi?" diyerek dürtmez mi. Tuvaletlerde eşlik edişimin karşılığı olarak bir atak yapmak istemiş olmalı ama... olmaz ki. Yolculuklarda zaten pek uyuyamadığım da göz önüne alınacak olursa daha iyi anlaşılacaktır, basit gibi görünen ıstırabım..)) Ha öyleydi, ha böyleydi derken VARIŞA 6 saat kala bir dalmışım, ama ne dalış. Sızmış olmalıyım ki uyandığımda vücudumun her bir karesi uyuşmuştu.

OLsun efenim evimdeyim ya..))) İşte bele.

11 Şubat 2008 Pazartesi

ODTÜ semalarında ödüllü bir oyun (du)


Nobel ödüllü Dario Fo’nun, eşi Franca Rame ile birlikte yazdığı ve “Kadın Oyunları”nın en çarpıcılarından biri olan ‘Yalnız Kadın’, kocası tarafindan ezilen, asağılanan ve evden çıkmasına izin verilmeyen bir kadının gözünden, “erkek egemen topluma yapılan sanatsal bir eleştiridir.”
"Yalnız Kadın" adlı oyunun ODTÜ'deki gösterimindeydim birkaç gün önce. Kısa ama öz ve hayli eğlenceli bi oyundu. Ödüllü bir oyun metni olmasının yanı sıra -ve belki de daha önemlisi- Sumru Yavrucak'ın tek kişilik oyunuydu ve ben asıl onun oyunculuğuyla hemhaldim. Üstelik tek bir yapaylık hissi ve izi bırakmaksızın süzüldü gitti oyun; sanki tam da kendini bulmuş bu rolle -seyredende bu hissi yaratmak hiç de kolay değildir oysa-. Karakter oyuncusu olmak olmak işte bu yüzden her babaiğidin harcı değil!!! Uzun zamandır bu kadar içten gülmemiştim -kahkaha bilemen attım yani..)))-itiraf etmeliyim. Bu aradayardımcı oyuncu olarak onun kayınbiraderi yerine geçen, varlığını hissettiren klakson ile kadının genç âşığını sembolize eden erkek kolu -ki kapı aralığndan uzanıp hareketleri sergileyen bir erkek oyuncusun koluydu- muhteşem kullanılmıştı; yerli yerinde ve başlı başına yaşayan birer karakter gibi... Her ikisinde de konuşma yoktu sadece vurgu / tonlama ve şiiiddetlenip yavaşlayan haraketler... Bi denesenize sadece bir ses ya da tek el-kol hareketi ile duygu yoğunluğunuzu aktarmayı...çok zor di mi!
Tiyatro severlerin dikkatine sunulur efenim. Konusu mu? Güncelliğini hâlâ koruyabilen evrensel mesajından dolayıdır ki ilgiyle takibine devam ediliyor. İRONİK bir oyun kesinlikle; kahkahalarla gülerken bir taraftan da içinizde bi yerlerin -hatta beyninizin- sızladığı. Psikoloji, sosyoloji öğrencileri için de zengin bir materyal deposu olabilecek nitelikte.

İyi seyirler..)))

8 Şubat 2008 Cuma

Bakış Açısı ;)


Yaşam bazen nasıl da zorluyor insanı ve sınırlarını, değil mi? oYSA NEREDEN BAKTIĞINIZA BAĞLI. Polyannacılık oynamak değil tabii ki kastettiğim. İnsanın, savaşma gücünü yitirdiğinde kendini iyi hissetmesine yarayacak bi seri kart postal gösterimi (seri katil der gibi oldu ama neyse..). Müzik hüzünlü ama ters bi aksülameldir ki mesaj umutlu..)))

Kim bilir belki sizin de bakışi açınız değişir :)))

not: bu hareketli kartpostalları bana yollayan arkadaşıma teşekkürlerimle.

7 Şubat 2008 Perşembe

Fareli Köyün Kavalcısı "ULAK"




Dolu dolu ve anlamlı geçen tatilin sonlarındayım artık. Kaç zaman sonra kavuştuğum tatilden hele de Ankara havasını soluduktn sonra zor gelecek galiba geri dönmesi.

nEYse efkâr yapmaya yazmıyorum ya bu yazıyı. Elden geldiğince aklımda ne varsa yapmaya çalışırken salon havası soluyarak sinema seyretme ahdimi de gerçekleştirdim mutluyum. Malum benim oralarda sinema yok, çıktığından beridir aklımda olan filmlerden birine gittim dün: Ulak. Bir Çağan IRMAK filmi idi, oyuncular da iyiydi; ama daha da önemlisi Eski Türk geleneksel motifleriyle süslenmiş afiş cezbetmişti beni. "Karagöz ile Hacivat Neden Öldürüldü?" deki gibi şamanistik unsurlar vardı. Derken sinemada bulduk kendimizi. Hani bende bi heves, ilgi alanım! ama arkadaş fantastik, bilimkurgucu bi adam. Başladı film.

Filmin özü, kökü, merkezi; ULAK. Ulak, -anlam ve işlev olarak-bir yerden bir yere uzak mesafelerde haber ulaştıran aracı kişidir. Burada ulak, mesel anlatıcısı rolündeki Çetin Tekindor. Bu kişi kendi oğlunun ölümünden sonra onun yazdığı kitabı yaymanın derdi ile düşüyor yollara. Ancak öyle ki, o kendi yolculuğunu yaparken aynı zamanda hem kendi iç / vicdan yolculuğuna çıkıyor hem de anlattığı herkesin (özellikle de çocukların) kendi iç yolculuğuna çıkmasına aracılık ediyor. Film, içsel bir yolculuğun öyküsü aslında; değer yargılarının, erdemli oluşun. SeMbOLiK bi anlatı anlayacağınız...ve işte işin bu kısmı çok güzel..)

Filmin bende bıraktıkların gelince:
-Baştan ve ortadan gelgitlerle merak noktalarını koruyarak ilerleyen doğru bi giriş
-güzel, tam da istenen kasvetli, lanetli köy havasına uygun Kostüm seçimleri ve mekân düzzenlemesi
-Türk kültüründeki Masalcı Dede motifi ile, yönlendirilen izleyici
- Masallarıyla uyandırdığı çocuklarla uyanan insanlık mesajı (ki tam da burada, geceleri onları masalcıya götüren kahvecinin oğlunun peşinden gaz lambaları ile giden çocukların görüntüsünde gizli "fareli köyün kavalcısı" motifi-atmosferi)
-ve Tıpkı masallardaki gibi iyi ve kötü tipler vb vb vb

Bi sürü şey işlenmiş aslında filmde; hangi birini sayayım...metafor kaynıyordu film...Daha doğrusu, parça parça bi sürü şey işlenmeye çalışılmıştı filmde. Anladığım kadarıyla Çağan Irmak'ın kafasında neler varmış neler ama nasıl edip de bi filme sıkıştıracağını bilememiş.
Din yayan havariler ve kutsal kitap motifi ile bi mistik hava yaratma kaygısından tutun da herkesin kendi gerçeğiyle mücadelesi / dürüstlük savaşı; insanın kaderine karşı diği savaş; iyilerin ödüllendirilmesiyle iyiye teşvik; ağaç yaşken eğilir mesajı; .... na kadar bi sürü şey işte. Bi taraftan büyüklere masallar tarzında, her okuyan kendi hikâyesini ve sonunu yazar / yaratır - hatta mümkünse yaratsın- diye bırakılan boşluklar bırakılmış. Böylece izleyeni de aktif hale getiren cinsinden. Ancak izleyici aktif olsun diye bırakılan boşluklar, film içinde anlamlı bi bulmaca heyecanından ziyade altı doldurulamadan havada kalakalmış bir kopukluk yaratmış. Bunun yanı sıra, Hikâyenin tek ağızdan ama farklı bakışlardan aktarıarak "Davut'un Gözünden, Hüseyin'in Hikâyesi..." gibi başlıklandırılması hoş bi yaratım olmuş, ama anlatılanların, çocukların zihnindeki görüntülerle aktarılmaya çalışılması esnasında, aynı köydeki çocuklardan her birinin kahramanlarını zihinlerinde canlandırırken, bu tipleri aynı köyün insanlarından seçmelerinin karmaşası hesaba katılmamış. Ulak İbrahim ise (ki köyün ve insnlığın kurtarıcı kahramanı gibi çizilmiş) belirsiz kalmış. Amaçlanan da bu; izleyene / dinleyene bırakmak, ama diyorum ya boşluklar... Boncuklar saçılıyor ortalığa -en güzelinden cezbedici boncuklar- sonra izleyici alsın toplasın bunları, nasıl dizer ve yaratırsa yaratın diye... Anlayacağınız, anlayışlı bir izleyici Çağan Irmak'ın aradığı.

Bunca lafımdan sonra sanmayın ki beğenmedim. Filmden gerçekten çok etkilendim (bilimkurgucu ardaşım bile başarılı buldu üstelik); biz bu işte iyiye gidiyoruz dedim . Öyle ya doğu motifleriyle milyonlarca konu üretmek mümkün, bu film de kanıtı bunun. İlle de -çoğu kere üzerimizde yamalık gibi kalan-Amerikanvari konu ve film kaygıları gerekmiyo. Ama fİLMDE; her biri de çok güzel birer adım olan yeni bi kurgu denemesi, Türk sinema anlayışına yeni bir bakış / katkı getirme, birkaç farklı mesaj verme, Eski kültüre dair birçok motif sunma... çabarına rağmen -sanırım amaç dışı gelişen- bi karmaşa kalıyo elde. sANKİ bu film tam tamamlanmamış telaşa gelmiş; çünkü ULAK filmi içinden birkaç tane film özü çıkar ya da uzun soluklu bi sinema filmi üretilebilirmiş bence.

Film biçok yönden bakıldığında güzeldi gerçekten; ama parça parça ele alındığında. Ya film Bütünü yakalayamamıştı ya da ben onu kafamda henüz sindirip bütünleyemedim sanırım -ki cümlelerim ve bu filme dair değerlendirmelerim- hayli kopuk ve karmaşık kaldı farkındayım (E gecenin bi vakti azmettim ille yazıcam diye. Yorgun gözler ve kendi içinde 40 tilkili bi zihinle yazılan yazıdan, yapılan bdeğerlendirmeden anca bu çıkar..))) )

Laf uzadı uzadı geldi buraya. Bunlar tamamen benim kişisel fikirlerim, çıkarımlarım. Kimseyle değil derdim, kimseye yok bi iddiam. SÜRÇ-İ LİSAN ETTİKSE AFFOLA EFENİM! E artık Susmak zamanı.

Ellerine Sağlık diyelim Çağan Irmak'a ve bu işe emek veren herkese...

4 Şubat 2008 Pazartesi

da get


Hayatımız sınavlara endeksli, sınavlarla bezeli iken (tabi bi şeyleri kaygı edinmiş insanlar için), sadece lise ve ünviersite değil sonraki dönemlerde de önemli oldu önceki yılların soruları. Ben az bile düşünmüşüm; öldükten sonra da yakamızı bırakmıyor sorular, sorgular..))
Bİ SES: Şişşşt sen ordaki çocuk, tutuştun tabi di mi! zamanında derdine düşmezsen... Allahın şortlu zebanilerine mudara edersin işte bele...

3 Şubat 2008 Pazar

Evimi sU bASMIŞ !

Buradan ne kadar da sakin ve bir çırpıda söyleyivermiş gibi çıkıyor sesim değil mi? Gelin bi de bana sorun.
Saat sabahın 8’inde apartman yöneticisinin telefonuyla uyanıyor, zaten baş ağrısı ve kabuslardan delik deşik olan uykusuzluğumdan çıkarılıp gerçekle hayali ayrıştırmaya çalışırken yöneticinin “Bilge Hanım, tatilinizi rezil etmek istemem ama evinizi su basmış, alt komşunun uyarısı ile saat 6’da evinize izinsiz girdik. Rahatsız etmeyelim dedik ama… neyse halılarınızı kaldırıp balkona attık, oturma odanıza kadar ulaşmış su.” Bu laf kalabalığı arasında kendime geliyorum. Tam olayı idrak ediyorken “Hocam, valla şööle bi toparladık ortalığı. Yalnız, yerle beraber olduğu için kütüphaneniz biraz ıslanmış, kenara kaldırdık. Siz gelince yerleştirirsiniz artıkkkk.” sesiyle çınlıyor kulaklarım; olayın ciddiyetinin ve de vehmiyetinin farkına varıyorum bi anda. Kitaplarım!!! Şok şok şok! Bu arada bana gelen konuşma sırasını “Estağfurullah tabi iyi ettiniz haber vererek, ne demek iyi ki anahtarın biri sizde imiş…” gibi bi şeyler geveliyerek değerleniriyorum. Sonra kendimi toparlayıp suçlukla “Ben mi açık bırakmışım suyu, nasıl olur?” un cevabını bekleyeduruyorum. Öylr zor ki, evinizin buunduğu şehirden kilomatrelerce uzaktasınız, elinizn bi şey gelmiyor ve karşınızdakinin cevaplarıyla yetinmek zorundasınız. Ne sorsanız da ikna olsanız, içinize su serpseniz...? -bu SU lafı da tam burada olmadı ama neyse- Derken…“Yok efendim, sizin dairenizdeki ana vanalardan biri patlamış, işçilikten yani” cevabını alınca tepeme fırlıyor asaplarım. E öyle ya -körün taşı gibi- “60 dairelik apartmanda benimki mi yani..( ” demeden edemiyorum. Güzel bir kahvaltı iyi gelir diyerek yöneliyorum mutfağa, sonra ferahlama zamanı; banyo. Geçerken holdeki telefon faturalarımın zarfı ilişiyor gözüme. O da nesi! Biri neyse ama öteki... (!!!???) “Tanrım ağlamak istiyorum. Bu bi şaka olmalı” diyerek kahvaltıdan vazgeçip bir ÜÇÜ BİR ARADA molası veriyorum kendime.
İşte bööle…. Halledilmeyi bekleyen birkaç iş ve yoğun bir gün beni beklerken, üstelik bunlar için sakinlik önemliyken -kaba tabir olacak ama- bu haber(LER), sabahıma tam anlamıyla KAPAK oldu. Neyse ki -Tanrıya şükür-, gün böyle devam etmedi. Devam eden baş ağrım dışında, dışa taktığım dirençli maskem günü tamamlamama yardım etti. İşlere gelince, yanlış otobüse binmem dışında her şey tahinimden de kolay hale yola girdi..)

ŞANSLI GÜNLER diliyorum ve güzel başlangıçlar..)))

2 Şubat 2008 Cumartesi

Salata Severlere Duyurulur !

Kafe, restoran, pastane gibi mekânlardaki -tabelalardan tutun da menülerdeki isimlere kadar- nedir bu yabancı isim kullanma yarışı anlamış değilim. Hadi yine tabelalar eskiye nazaran daha özenli adlandırılır oldu ama menüler konusunda hâlâ bir boy gösterme, aman bzim menü şişkin dursun da göz doldursun sevdası hakim. Bugün nezih bir kafeye oturup farklı lezzetler tadalım dedik arkadaşla. Hani menüye bakınca da doğru yerdeyiz zannına kapıldık önce. Makrna ve salata çeşitlerine yoğunlaştık. Aman ne güzel kalabalık isimler, Fransızcalar falan. İyi iyi -öyle ya İtalyan usulü makarna oranın ismiyle sunulacak buranınkiyle değil- dedik. E hemen sorduk tabi "bu neli, şu neli" diy. Malum değişime açığız ama neye açıldığmızı da bilmekte fayda var. Derken başladı adam sıralamaya "bu acılı, bu domates biber soslu, bu tavuklu..." falan falan. BU MUDUR YANİ! modunda soldu yüzümüz. Makarna çeşitleri dolgun gözüksün, istek uyandırsın diye laf kalabalığına mahal yok, sonu hayal kırıklığı bakışıyla bakışakaldık arkadaşla. Sonracıma efenim, ille de değişik bi şey denicez ya geçtik salatalara. Baktık daha açık isimleriçlerinde neler olduğu da belli zaten, arada " meksika fasulyesi, soya filizi, bilmem ne fesleğeni, bilmem nerden mısır" falan yazıyo. Harika işte budr dedik ve ikimiz de farklı salataların siparişin vererek beklemeye başladık. Bi de garson "evet efendim özellikle sizinki çok doğru seçim, memnun kalacaksınız" deyince başladı bizde bi merak. Allahın salatası en fazla ne olacak ama işte. Neyse sonunda methi bitmeyen salatalarımız geldi. Geldi de tabakları dışında ikimizinki de aynı iç harmanla geldi. Özel sos yok, farklı malzeme yok... Çaktırmadan çukur salata tabağındaki tanıdık yeşilliklerin altını kaldırıp deşeledik; içinde mi gizli asıl malzeme diye ama nafile. Bol yeşilliğin üzerinde kekiğe batırılmış tavukları ve arada bir denk gelen meksika fasülyelerini seçe seçe yedik salatamızı. Adamların lafazanlıklarını da yemiş olduk -o kadar uyanıklığımıza rağmen- o da cabası.

İşte bele efenim uzun lafın kısası, bir kafeye gider de salata yemeye niyetlenirseniz tako salata ile sezar salata yemeyiniz. ..)))))