29 Nisan 2008 Salı

Meyveye gel!!




Görmesini bilene neler var hayatta yaşamaya değer. Bu da hayatın renklerinden biri. Bakın bunların hepsi ERİK! İnsanın inanası gelmiyor değil mi... Ama yine de siz Ööööle demeyin; büyüyünce onlar kış zamanı yenecek eriklerden oluyolarmış. Valla biz yedik ekşi mekşi ama kekremsi de olsa pek güzeldi yemesi. Tanıştırayım bunlar GÜRCİSTAN ERİĞİ... Ya hafife aldınız tiplerine bakıp di mi! ama onlar ulusarası çalışıyolar... sEN BAK şU meyveye hele, oturduları yerden geziyolar dünyayı... Bunlar Arhai Pazarı'ndan. Malum Gürcistan'la sınır komşusu olunca.. buraya geçiş yapanlar sadece meyveleri olmuyor oranın... neyse efemm bu başka bi sahaya giriyoo... bugünlük bu kadar gevezeliğim; pek çoktur işim.

22 Nisan 2008 Salı

allah o da nesi!

Memleket köpekler bakımından hayli zengin. Yok yok, maksatlı bi yazı falan değil, aleni gerçek köpekler işte. Şahsen ben memnunum çünkü köpekleri seviyorum, hırlayıp çeteleşmedikleri zaman güvenli bile geliyorlar. Bi de benim karakterime daha yakın görüyoum sanırım onları; sadıklar ve korumacı güdü örneğiler benim için. Üniversitem (Hacettepe Ü.) de köpek cenneti idi, kedi barınamazdı. Hacettepe Ü. ile ODTÜ arasında gizli bi anlaşmazlık, alınıp verilememe durumu vardır. Ne tesadüftür ki, buna hayli denk düşen bir durumdur ki; orası da kedi cenneti gibidir âdeta ve köpek kısırlığı yaşanır bildim bileli orada da..)))))))
Neyse efenim köpeğin bol olduğu bi memlekette de haliyle kediler azınlıkta oluyor. İşte bugün akşam alacası eve dönerken civarda kaldırımlar arası, hatta Çoruh'un yakaları arasında bi köpek uğuldaşmaları duyuldu ki, içlerinden bir grupla boy gösterdi bizim memleketin köpekleri uzaktan uzağa. Ben de köpek bolluğu, kedi azlığı üzerine düşüncelere dalıvermiştim ki tam bu sırada büyük belediye çöplüğünün ymacında bi hırıldama -aallah o da nesi!- poşetlerin karanlıkta yarattığı gürültülü kakafoninin içinden bi kedi fırlamaz mı! aman allahım o ne fırlamaydı öyle(aslı astarı saniyelik bi mesele). Neredeyse dibimden fırlayan bu kedi parçasına hırladım içimden, öyle ya cesaretimin onurunu zedeledi, refleksime yenik bi sıçama gerçekeştirdim öteye doğru. La havle efenim a havle..))))) Tamam dedim kediye, "varoluşunuzun farındayım ve sizi de ciddiye alıyorum!" işte bele...

20 Nisan 2008 Pazar

PolitikA hayatın her alanında... işte BİREYlik-BENLİK tam da oralarda GİZLİ...

Politik bi tip değilim hem de hiç... sanırım bundan kaybediyorum. Yok oyunlarla işim, alavere dalavere ve yalakalıkla birinin kuyuğunda... Başının dikine giden ille de doğrularım diyen biri olmak; bildiğimiz-öğrendiğimiz değil ama, gördüğümüz dünyada pirim yapmıyor.
Varsın yapmasın, doğrular benim doğrularım diyebilecek güçte olduktn sonra. Hele de doğrularımla eş düşen doğru insanların varlığı oldukça, inanmaya da mücadeleyede değer BENLİĞİM İÇİN. Sayımız az ama ÖZ!
Nerden de çıktı şimdi bu derin ve ciddi konu demeyin... öööle işte çıktı geldi dilime ve yazmadan ededim ..)

19 Nisan 2008 Cumartesi

bİr İLK'e imza atılmıştır ..))

Bugün bir ilke imza atmanın haklı gururunu ve ŞAŞKINLIĞINI yaşıyorum! bEN ki sabah kuşuyumdur ve er kalkıp sabaha; sabahın o daha koklanmamış, çoğu insan nefesiyle buluşmamış serin havasını tenimde hissetmeyi seven biri olarak, tam tersi bi rekor kırdım. Kişisel rekorumu kırdım diyebilirim bu konuda; kaç haftadır nasıl bir yoğunluk ve yorgunluk içindeysem artık, (tahminimden de fazla imiş demek ki) uyandığımda saat 11.30'du ve bu saatte kaç defa kalkmışımdır bilmiyorum (bir elin parmaklarını geçmez). Dedim ki "helal Bilge!"
Önceleri geç kalktığım zamanlar canım sıkılır, kendi kendme hayıflanırdım. Bir de fena baş ağrısı yapışır kalırdı kafama. İşlerimin yoğunluğu da tasama katkıda bulunurdu tabi; ama şimdi yoğun bile olsam bazı zamanlar kendime ödüller vermenin ve bu ödüllere uykuyu da katmanın gerekliğini biliyorum. E öle ya yaş ilerliyo, uyku daha fazla ihtiyaç..) İnsan eskisi kadar dayaıklı olamayabiliyo..)))) Heyt kim korkar yıldan, yaştan..))) Mutluyum ötesi var mı..)

17 Nisan 2008 Perşembe

çAĞIn HastaLığı STRES'e bir ReÇeTe daha...

İnsanların bunalımları arttıkça yeni kaçış, ruhu arındırış yolları arar oldular. Doğayı keşif yetmez oldu insanoğluna - hoş herkesin böyle bi şansı da yok o da ayrı-. Büyük şehrin sendromlarından biridir ki kalabalıklar içinde yalnızlaşma ve bütün bu yalnızlığa karşın, kaçacak delik de bulamama. İlginç velhasıl-ı kelam efenim. İşte bu tantana velvele arasında NLP, Bio-enerji, Psikoterapi, Psikyatr (Yarı trans, Hipnoz...), bunların değişik bi kolu olarak gördüğüm YOGA vs derken yeni bi yönetem daha çıkmış uhu dinlendirmek amaçlkı: Transformal yaşam ve nefes koçu. Yok yok şaka falan değil, yapılan işlemin adı bundan üreme bi şey ama bu ani bi meslek olmuş. Bu işi yapıp sosyete içinde ciddi para kazandıan da bi meslek.

İşin daha da ilginç yanı, ööle sosyete işi sabun köpüğü modalardan birine de benzemiyor. Nasa ve Tıp dünyasında önemli isimlerle birlikte, hatta kanser tedavilerinde doktorlarla ortaklaşa çalışan bir gruptan bahsediyorum. Anlayacağınız bu yeni meslek dalı ve tedavi yönteminin adı olan Transformal yaşam ve nefes koçu günümüzün ve geleceğin popülerlerinden olacağa benzer. Üstelik bu yöntemin 1 saatlik uygulanması ile 2,5 yıllık psikiyatr tedavinin katdilen yol bakımından aynı olduğunu duymak da hayli şaşırtıcı ve etkileyici geldi bana. -e şişkinlik payı vardır tabi-

Her insanın bi nefes alış tarzı varmış. Uzman diyor ki, "Nefes de vücudun ve insan beyninin bir haritası gibidir. :Bizler bu haritayı çıkarıyoruz öncelikle nefes çalışmaları ile. Sonra nerelere oksijen gitmiyor onları tespit ediyor ve birkaç günlük bir uygulama çalışması ile bunu toparlıyor ve mutluluğu daim kılacak telkinlerde bulunuyoruz." İş bol oksijende bitiyor yanicimee.)))

e yeni bi şey bu bi bakmak anlamak gerek tabi. Ama bana mantıklı geldi valla, akla yatkın ve bilimsel gerçekliği olan açıklamalardı. Ama iş gene de insanın beyninde bitiyo. İnsanın önce kendine inaması gerek vehasıl-ı kelam..)))

Efenim, en iyisi, hemen yarın güne, sabahın er vakti ciğerlere bolca temiz hava yükleyerek başlamak!

16 Nisan 2008 Çarşamba

artık KıSa cümleler kuruyorum..)))

Şebnem Ferah'ın "artk kısa cümleler kuruyorum" şarkısı en sevdiklerimdendir, anlamdaki derinliği açısından. Hakkaten hayat çok şey öğretiyor insana; ben gibi uzun cümleler kurmaktan kendini alamayan bir tipçiğe bile..))) ama gelin görün ki yine de eski alışkanlıklarımı sık sık tekrarlamadan edemiyorum. Bu da bi huy olsa gerek; detay vermek, anlattğım şeyi anlaşılır kılacak kadar uzun cümleler kurmak; hem de bazen karşdakinin takibini zorlaştıracak kadar bazen. Sanki karşıdaki ya anlayamayacak ya da yanlış anlayacakmış gibi, ille de... Neyse efendim bugün de öööle uzun bir cümle kurarken yakaladım kendimi telefonda, durduramadım da başlamış bulunmuşum bir kere sündü de sündü. Derken, nefes almak için kısa yarım bi "es" vermişken arkadaşla karşılıklı bastık kahkahayı. "Bi an hiç durmayacaksın sandım" deyince arkadaş, "ben de duramayacağımı.." deyiverdim ..))) Cümle mi? zorlasam sonunu getirirdim zannımca; ama bazen cümle kurmadan da çok şey anlatılabiliyo, yeter ki karşıdaki ile aynı dili konuşabilin...

bU uZun CümLe kurma bazen bi meziyettir; ööle her babayiğidin harcı değildir hakkını vermek. Nitekim Ahmet Hamdi TaNPINAR'ın 15 satıra varan bir paragraflık cümleleri vardır. Bu cümlelerin nokta konmaksızın soluksuz sürdüğü düşünülecek olursa maharetinin derecesi de anlaşılmış olur sanırım.

Ama tabi her zaman bir maharet olmayabiliyor... Neden mi? Uzun bir süre geçmesine rağmen beni hâlâ güldüren, tebessümle bakmaya devam ettiğim bir karikatür anlatsın size ne demek istediğimi. Kim bilir belki görmediklerinizdendiR ( bkz. sağ cenaba)

15 Nisan 2008 Salı

Zonk zonk zonk!!!

Ayaklarım ayaklarım... zonk zonk, poff!!! sesleri geldi akşama kadar ayaklarımdan. İsyanlarını duymamak için sağır olmak gerekti ki zonklamalarını bir ara beynimde hissettim diyeblirim. Onları ne kadar da ihmal ediyorum.
Gün boyu papatyalı ılık bir suyun içinde hayal ettİm ayaklarımı, kulaklarımda da sabah vakti esen üzgara eşlik eden dalga sesleri... ohhh.
Öyle hayallemişim ki böle bİ foto bile buldum. e ayakta, koşturur vaziyete öölecene beni taşımalarını bekledim. El insaf oldu tabiiiii. Gelir gelmez suladım dinlendirdim ve kremleyip diktim tavana doğru. Aman da pek hoşlarına gitti benimkilerin..))) napsınlar bööle lütufkar tavra alışkın değiller. Ne yapacaklarını şaşırdılar bana karşı; ordan oraya koşturdu alyuvarlar akyuvarlar basınç da basınç ve ardından gevşeme...
Ohooo hooo ayak bakımı da tıpkı diğer bakımlar gibi bol vakti olanlara yafuuu....

13 Nisan 2008 Pazar

favori reklamım

son günlerdeki favori reklamım, Akbank'ın AKSİGORTA reklamı!!!

ENGELLERİ (NİZİ) YIKMANIZI DESTEKLİYORUZ

CESARETİNİZİ DESTEKLİYORUZ

HEP ÇOCUK KALAN YANINIZI DESTEKLİYORUZ

DÜŞLERİNİZİ DESTEKLİYORUZ

KORKULAINIZLA YÜZLEŞMENİZİ DESTEKLİYORUZ
BÜYÜMENİZİ DESTEKLiYORUZ ...

zekice, bi kısa film edasında, masrafsız bi mesaj küpü bu reklam. Üstelik edebî açıdan bakınca da hüsn-i ta'lil sanatı yapılmış diyebiliriz. bU Mu? aSLINDA günlük hayatımızda da sıklıkla kullandığımız, Divan Edebiyatı söz sanatlarından birisi: güzel neden bulma sanatı. Ben buna kompliman yapma sanatı da diyum yer yer. E ööle ya güneş her sabag doğar, ama ben tutup a "sen geldin diye bak güneşi de getirdin" ya da "üneş senin için doğdu bu sabah" alan dersen komplimanın allahını yapmıoluum, di mi ama!!! ..)))

babaannemden inciler

Yıllardır kışları aile bireylerinden biri olarak bizde yaşar babaannem. Yarı akıllı yarı deli devam ederiz biz diğer aile bireyleri olarak onun gönlünü kırmamak için. Özellikle 6 yıldır eskiye nazaran daha unutkan, daha nazlı ve daha hasta büyesel olarak Alzhemierın başlangıç seviyeerinden birinde olarak arada da (ki bu, strese girince ya da çocuk kıskançlıklarından birine girince daa artıyor ve sıklaşıyor) unutuyor bizleri bile. Bi de hayali arkadaşlar icat ediyor kendince. Geçenlerde Ankara'da iken baktım babamla laflıyolar:

Babbannem soruyo "Şurdan geçen kadın da kimdir?"
"Fatoş, anne, kim olacak"
"Yok o değil o, o Fatoş deel bunu sevmiyom bu Fatmadır"
"E sabah diyodun seviyom nençe güzel yemekler yapıyo Fatma diye.. "
"De Git öte hele! Ben dememişimdir. Ben onu Fetmem'e dedim, Fatoş gibisi yoktur heee... Da bu Fatma'dır. Sevmiyom bunu. Ben Fatoş'u alacam oğluma.."

Fonda babamdan gelen bi cık cık ses sessizce sızan dışarıya.

Ben ekranda dumur. Babannem bütün savunma mekanizmalarını kullanıyo helal diye. Beyin mucizevi, bilinçaltı nassı bi şeyse artık. Babannem babamdan kıskandığı için dışlıyo annemi ama gel gör ki yemek yapan annemi (Fatma'yı alıyo - işine gelen yanını..))) ) alıyo yamacına. Kabulü yani.

ne diyim yaşlılık zor ...


A hayali arkadaş demişken son zamanlarada nedense çok hoşuma giden bi çizerden onun FIRAT'ını paylaşayım sizlerle. Böylece bu yarı sıkkın havada dağılsın blogumdan değil mi ama. Beni de bi arkadaşım tanıştımıştı onunla. Arada iyi şeyler çıkıyo valla..)))

8 Nisan 2008 Salı

Henri de Toulouse-Lautrec












Bütün insanları seviyordu ama; derinlemesine yaralanmışları daha çok seviyordu (Federico Fellini).

24 Kasım 1864’te Fransa’da doğan Henri de Toulouse Lautrec, soylu bir ailenin çocuğudur aslında; ancak pek çekici olmayan görüntüsü ve çocukluğundan beri kısa boyu onun için can sıkıcı iken 14 yaşında sol, ertesi yıl da sağ kalça kemiğini kırınca yürüyüşü de sakatlanan Lautrec, iyice mutsuzlaşmış, yatağına bağlı kaldığı yılarda sanatına daha fazla zaman ayırmıştır. Özel atölyelerde aldığı derslerin ardından kendi atölyesine de sahip olmuş, ancak bir türlü mutluluğu yakalayamamıştır. Bu kendiden memun olmayan kompleksli yapı eserlerinde de kendi göstermiştir (biraz Frida’yı hatırlattı bana). Nitekim çoğu resminde kırmızı, siyah ağırlıklı, bakınca insanı iğrit eden insan figürleri ve görüntülerinin olması da bundandır. Çaliştiği bütün afişlerde, hatta klasik dönem tablo yralamalarında hep çirkindir insanları, bedensel bi özürleri vardır mutlaka. Özel istek üzine kimi özel kabare salonlarında fotoğafçı gibi çalışmış, bol bol aiş çizimleri yapmış, arzu etiği bol kadınlı tablolarını o günlerde çizmiştir. Sonra mutsuzluğu içinde sakatlığına bir de frengi eklenince yeniden başladığı içkiyle ölümünü hazırlamıştır. Acılar içinde anlayacağınız...

Nereden mi çıktı bu konu? Yıllar önce ona dair okuduğum hayli kalın kalıplı biyografisinden çok etkilnmiş, mutsuzluğunun ve kişisel trajedisinin onda yarattığı iç manzaranın gördüğüm bütün resimlerinde açıkça ortada olmasına -özellkle o dönem ve öncesi ressamların çoğunda gerçek hayat ve çizim bunca örtüşmediği için-şaşırmıştım. Farklı, sıra dışı kişiliklerinden biri ve tarzı, yaklaşımı, ele aldığı konularla da kendine has bir üslup yaratan sanat tarihinin en önemli ressamlarından ve illüstratörlerinden biri sonuçta. Üstelik amacına ulaşıyor, çirkinliği insanın gözüne sokmak. Başarısı tam da burada gizli zaten. Ne tezat di mi!

Reklamın iyisi kötüsü olmaz hesabı, silinmedi kalmış aklımda. Geçenlerde bi şey tararken ona ilişkin karşıma çıkan karikatür çok hoşuma gitti. Hemen bloguma eklemeliyim bunu dedim, eski okumalarımın hatırına..) Hem yâd edilmiş olur adamcağız da.

Taradıkça bi dolu tablo örneği çıktı ama umduklarım değil. Ben, özellikle kendisinin 3 katı büyüklükte “Palyaçolar” tablosunu aradım mesela (adından da emin ğilim ama). Bi dönem sirkte çalıştığı için şu tahtalar üzerinde yürüyerek çizdiği... neyse işte bulamadım. Renkli halini merak ediyordum oysa. Degas’tan -ki balerinlerin ressamı diyorum ben- etkilendiği söylenir ama bulamadım ben benzerlik. Fakat bir heykeltraşın onları birleştiren çalışması çok hoşuma gitti.

Güzel değil, estetik de... ama Degas’taki duru balerin uçuculuğu Lautrec’le birleşince nasıl da yitirmiş duruluğunu ve bürünmüş orantısızlığın iğrit ediciliğine.
Velhasıl-ı kelam bugün ondan bahsedesim geldi. Bloguma bööle karamsar hava yeter gari..)))

6 Nisan 2008 Pazar

Yemek yerine KapSüLLeR mi... asla!!!


Sayfama arada bir göz atanlar anlamışlardır ki yemek yemek, yeni lezzetler keşfetmek benim hayatımda önemli yere sahip. Gerçek bir boğa burcu olarak damak tadımın derdindeyim anlayacağınız. Nitekim biz boğalar için "Kimi boğalar yaşamak çin yermiş, kimileri de yemek için yaşarmış" lafını kim ettyse çok doğru etmiş, buna kesinlikle katılıyorum. Bir boğa iseniz yemekle kesiştiğiniz bir nokta mutlaka vardır. Bir gün, Kankim bana "sen ne seviyorsun ööle yemek yapmayı yemeyi, buna zaman ayırmayı. Oysa benim için bu zaman kaybı gibi geliyor, hatta o kadar ki, artık şu bilim kurgu filmlerindeki yemek yerine geçen kapsüller çıksa da kurtulsam yemek düşünmekten..." demişti. "Yafu olur mu hiç, yemek ymek anındaki o lezzeti damakta dolandırmak zihnen adlandırmak gibisi var mı..." demiştim ben de ona. Hem ööle yalap şap yap ye değil ki mesele. Şöööle süsleyecek yemeğe uygun farklı baharatlarla çeşitlendirecek, renkli tabaklarla ikram edeceksin ki kıymetli olsun. Kendimiz için değerliyiz. Bunun erkeği bayanı da yok üstelik, hepimiz günün yorgunluğu sonrasında ya da uzun aralıklarla da olsa bööle bi ödülü hak ediyoruz. Bırakın, günler boyu stresimizi çekip buna rağmen öğütmek işini başarıyla yürütmeye çırpınan midemiz de bayram etsin biraz. Sinir uçlarınız renkli bir manzara karşısında tepkisiz kalamayıp gevşeyiversin... çok şey mi kendimiz için...

4 Nisan 2008 Cuma

Taze Demlenmiş Mis Kokulu Çay Gibisi...


Bu aralar bende bi çay içme sevdası ki sormayın gitsin. Aslında çay içmenin de ötesinde onun sıcak demli kokusunu genzimde hissetmek, iki elimle kavradığım kupamı koklamak ve sıcakğını ellerimden, burumdan mideme kadar hissederken rahatlmak hissine özlem. Sanırım asıl sevdiğim bu. GEVŞEMEK hissi yaratıyor çay bende, tüm iliklerimde hem de. Bu hissi ya du hayali seviyorum daha çok sanırım.
Çay aşkımın depreşmesi nedendir bilmem. Ama çok yoruluyorum, üstelik şu sıralar midemin hortlayan ağrısından ötrü çaya hasret kalışımla bi bağlantısı olabilir diye de düşünüyorum. Öye veya böyle; Ohhhh..! MİİİSSSS KOKULU BİR ÇAY içmek gibisi var mı sabahın er vakti balkondan yemyeşil dağlara nazır, küfül küfül balkona sızan yüzü yalayıp saçı savuran rüzgarla birlikte hem de... tertemiz havayı içinize doldururken, rüzgarla birlikte genzinize, oradan da tüm bedeninize yayılan sıcak çay kokusu... ..)))






Ah hele bi de yanında kızarmış Ankara simiti olacak ki, bi de beyaz peynir... deymeyin o zaman keyfime... gİTtim de yiyemedim zati bu sefer. Neyse.. Ankara'ya giderseniz mutlaka Taş Fırın Simit Sarayı'na mutlaka uğrayın derim)




E HAYDİ AFİYET OLSUN!

Maçka yolları KARLI..)))

Yokum çok zamandır. Bende bir yoğunluk, bir koşturmaca sormayın. Nisan sendromu sanki ben direnince beni yakalamayacakmış gibi davranıyorum ama boşuna; ben de bi insanım en nihayetinde. Neyse efenim, iki hafta önce Trabzon-Maçka eteklerindeki Lişer Yaylası dolaylarında idik. İyice tırmandık ki sormayın, uzun, uzun olmasından da öte BOL KARLI bi yürüyüştü.

Burada kamp ekibinin yarısını görüyorsunuz; fotoğrafı çeken ben ve benimle birlikte gelen diğer eip üyelerinin de duruu farklı değil. Diz hatta bacak boyu kar içindeyiz ve NİSANA YAKIN BİR TARİHTEYİZ bu esnada.


Ardından hayatımın ilk ciddi kampını kurduk. Ortaokul yıllarımda izcilik kampına da katılmıştım birkaç kere ama okullarda oğuş usûlü kalmıştık; konforluydu anlayacağınız. Yemekleer iğrenç olurdu, bi de sayısı az tvaletlerin önünde sürü halinde dizilidik; ama onun dışında her şey eğlenceli yaz kamplarını andırırdı. Ama bu kez ööle eften püften değildi. Bi kere TRADOST gibi ciddi dağcıların yer aldığı -ki bunlardan bazıları AKUT üyesi- kulüp üyelerinden oluşma bi ekiple çıktık yola. Sekiz kişilik küçük ama enerjik bi gupla çıktık yola; gah iz sürerek, kimi gahi de o bölgeye ilk ayak basan ve yol açan olarak devam ettik tırmanmaya.

Herkes mutlaka nöbetleşe "yarıcılık" için lideer pozisyonun da öne geçiyodu. Göç eden kuşlar, özellikle de kazlar gibi -ne güzel di mi- kolektif bilinç. işte. E tabi bana da geldi sıra; dikkat geretiren bi iş, özellikle de gittiğimiz yol üzerinde hiç insan izi, emare olmadığı düşünülecek olursa. Gerçi insan izi yoktu ama ayı ve kurt gibi minimum VAHŞİ HAYVAN ayak izleri yol gösteriyodu yer yer ..))) Gerçekten! Bakın insanla vahşi doğanın kesiştiği bi karelerden birini sunuyorum sağ cenapta.
(en sağdaki bizim ayak izlerimiz köşede kalmışlar. Soldakiler ise kurtlara ait olanlar...)

kAMp yeri ayrı macera idi; yeterli çadır olmadığı koşullar zor olduğu için prefabrikten bi yayla evne sığındık. Su ve elektrik yok ama elemanlarda ekipman tam tabi. Derken yaktık bi soba, gece açlık vurgununa yenik düşecek değiliz ya, döşedik sofrayı. Var ya;herhalde (sacda)sosis-sucuk bulamacı hiç bunca lezztli gelmemişti... kar erittik bol bol; içmeye, vb vb ye..)))






Hava soğuk bi yandan... bi yandan... Dondurdu tabiri caizse kıçımızı. Ekipte bi benle buketimin tulumu yoktu. Girdiğimizde fare pisliklerinin baskınında bi yerin örtülerine de güvenemeiğimizden kat kat giyindik, arkadaşların da desteğiyle; astronot misali devrildik yattık ama sabaha karşı bana mısın demedi valla..)))

Farelere ne mi oldu;? Bilmem, can hıraş pisliklerini temizliğe koyulunca barınamayaklarını anlayıp ürkmüş olmalılar, çıtları çıkmadı :)) Kim bilir, belki başka evleri ziyarete gitmişlerdir.

Ohoooo ertesi gün fırtınalı rüzgara rağmen yapılan mis gibi bi yürüyüş -kar boyumu bööle aşıyodu işte-, çevreyi tanıma turu , dağdan aşağı kaymacalar...
derken ev sahibi bile olduk. kUlubün günübirlik yürüyüş ekibine çay yaptık ilkel koşullarımızda ve devam etik yolumuza aşağı doğru. Şööle çiçek toplamak için (ki bu çişim var yer arıcam mesajı içeren bi deyim) geride kaldığımızda bi baktım ki upuzuuuuuuuuun ip gibi bi insan yğını yollara düşmüşüz. Dedim allah akıllar versin..)))

E boşuna değil akıl huzurla, huzur da kimliğimizden sıyrılıp bazen rölantiye almakla oluyo. Dİ Mİ AMAAAA..))))))