31 Mayıs 2008 Cumartesi

"gÜL kEnDiNe" ..)

Günlerdir süren gri, basık ve serin hava bugün sonunda güneşe bırakı yerini. Yağmur ve nem yüzünden iki gündür balkonda bekleyen çamaşırarımı sonunda içeri alabildim. Buraya ilk taşındığım günlerde, 2-3 günde bir alıyodu komşum balkndan çamaşırlarını da şaşırıp kalıyordum "kururken kirleniyolar, bu nası iş diye"; ama anlıyorum ki gereklilikler, zorunluluklar. Sıkıntı sadece çamaşırlardan ibaret değil tabi. Geçiş mevsimi gidip gidip geri geldikçe, Araf’ta kalmış gibi bi hissiyatla tekrar o dengesiz psikolojiye kapılıveriyo bünye; uyanamama ya da gün boyu yorgunluk. Haliyle bi halsizlik… Bünye de şaşırdı, reankarnasyon yaşıyomuş gibi bi halet-i ruhiyenin çalkantısında. Gel Bahar gel, diyorum, gelecek mi ki? Bu durum, ben gibi bi bahar adamının zoruna gidiyo pek tabii ki de. Başlayacağım “Baharı beklerken yaz geldi geçti” şarkısına (siz başka bi şeye mi başlayacağım sandınız. Yok canım..). Baharla birlikte her şey daha duru ve güzeldir. Bakmaktan öte görmeyi bilmekle ilgili bir durum aslında. Kısa geçmişime bir yolculuk yapıp çok sevdiğim bir şarkıyı gündeme getiresim geldi; kendim ve ben gibi hissedenler için. Mor ve Ötesi "Gül Kendine..)" [ Hazır erouvision yarışmasından ötrü adları da sık duyulurken. Bi tek "Deli"den ibaret değiler bu adamlar, yıllaaar var piyasadalar, bilmeyenler de bilsinler diye.. bu arada yarışmada 7. oluşumuz mevzuuna, neden ve değerlendirme ölçütlerine ise hiç elleşmeyeceğim mesela.]
GÜLMELİ, GÜLÜMSEMELİ İNSAN KENDİNE, BENİNE..) di mi ama? umarım size de iyi gelir. Bu aralar "imeem" sayfasında bi problem var, uzun süredir müzik ekleyemiyorum bloguma., Bu nedenle Siz misafirlerime hazır sunamıyorum ama napalım artık..) İyi dinlemeler.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

hiç vAKuMLu HuRcUnUz oldu mu?

Benim oldu. Geçen gün burdaki küçük marketlerin birindevakumlu hurç diye bi şey keşfettim . Aldım, hani sıkıştırılmış bir forma sokup, bana den kaazndırsın diye. Zamanda da mekânda da yer açabilmek önemli ne de olsa. Neyse efendim, bugün işten koştur koştur gelip bi temizlik operasyonu başlattım evde. İlk sırayı yeni alınmış olan vakumlu hurca yün yorganları yerleştirmek aldı. sONRA kutudaki direktifler doğrultusunda başladım eylemlerimi gerçekletirmeye. Kilitli koca bi buzdolabı poşeti düşünün, bunun ağzı iki kilitli. Aslında paketin içindeki bi alet sıkıca kitlemeliydi ama olmadı. Ikın ıkın kendim çıtçıtladım kilidi. sIRA bu şişkin poşeti skıştırmaya geLDİ, aldım elime elektik süpürgesini -haberiniz olsun elektrik süpürgesiyle alıyosunuz poşetin havasını-. Sonacıma ayarlanmış olan siboplu deliğe dayadım süpürgenin ağzını. Vaaoouvvv çok eğlenceli yorgan öölece büzüştü kaldı elimin altında. Pek bi keyiflendim bu duruma ve ikincisini yerleştirmeye koyuldum. Güzelce koydum kenara. İşleri yarılayınca bi de döndüm baktım ki, şişkin bi poşet yorgan karşımda durmakta. Amaaaaan olmaz ki ama delik çıktı vakumlu hurcum!!! Allahtan biri hâlâ vakumlu olmak özelliğini muhafaza etmekte..)))

İşte bööle, bir gün siz de bunlardan biriyle karşılaşırsanız bilinçle alıp kullanabilirsiniz. Zamanı ve yeri dert edinenlere..)

27 Mayıs 2008 Salı

YuMuRtA


Yumurta ile aram, haşlanmış ya da çiğ halde iken pek de sempatik olmamıştı yıllar yılı. Bol tereyağlı iken ya da pastalarda lafım yok tabi..)))
Bugün küçük ve muhabbeti tatlı bi grup arkadaşla yemek yerken açıldı muhabbet. Önce "Yumurta" filmi üzerine başlayan sohbet, döndü -nerden geldi ise- haşlanmış yumurtaya geldi. Herkesin de yumurtaya ilişkin bi anısı varmış meğer, ne güldük ama ne..)) Birden annemi andım tebessümle...

Kadıncağızın sırf ben güzel sesli olayım, besinimi alayım diye 3-4 yaş arasında baa içirdiği çiğyumurtalar geldi akma. O yaşta bi çocuğu kandırmak kolay tabi; ikna için geçerli bi rüşvet olunca ucunda. Yok yok ööle yeme içme gezmelik bi rüşvet değil. Yumurtaların özellikle beyazları seçilir sonra özenle dışarda ılıtıldıktan sonra artlarında benim minik ağzıma oranlı bi delik açılır ve tek nefeste ağzımdan içeri hizmete sunulurdu. Sonra da keçeli boya kalemleri ile istedğim insan kafası (esmer, sarışın, erkek, kadın, bıyıklı, çocuk...) üzerine çizilerek delinen yerin düzlüğünden faydalanılarak o diğerlerinin yanında raftaki yerini alırdı. Annem tabi titiz kadın tam sayıları 3'e varır, ben: "işte çoğalıyolar" derken, hoop sıfıra inerdi. Hadi baştan başla bakalım içmelere. Zamanla bu oyun ikna gücünü yitirdiğinden midir, yoksa çiğ yumurtanın içindeki zararlı mikrorganizma üretim ihtimalinden midir, nedendir bilmem kesildi bu çiğ yumurta içme eziyeti serisi. (Üniversitedeki bahar şenliklerimizde içmek zorunda kalmadan da içini boşaltmadan da boyanabildiğini öğrenmiştim ama geçti artık her şey için..) )

Sonra anasınıfı serüvenim başladı ve beslenme saatleri... Her sabah kahvaltısı için i çıkın götürürdük bıdılık boyumuzla, özenle hazırlanmış Hele bazı günler herkesin çıkınından YuMurTA çıkardı, k işte o zaman demeyinkeyfimize, yuvarlak masanın etrafına medilimizi açara öğretmen gözetiminde başlardık yemeye. Biz bi grup, yumrtaları hep en sona saklar, akını sıyırıp kemirir, öğretmenin gözünü saıtır sapıtmaz da hemen başlardık karşılıklı, sarılarını birbirimize yuvarlama numuza. Oyumurtadan hayır mı gelir artık... böylece asıl kokan ve bozımıza takıan kısmı yemekten kurtlmuş olurduk. Ha tabi bu arada sınıftaki tombul ikizlerin tarafından da uzak tutmaya çalışırdık ymurta sarılarmızı, çünkü onların tarafına gidince oyunumuz erkenden biterdi..))) Bu oyunun sık tekrarı socunda aileler haberdar edilir, beslenmemiz sıkı takibe alınırdı.

Annem bu, hiç vazgeçer mi; çirozuz, mama kofuyuz, çalışıyom çocuklarla ilgilenemiyom diye bu kez de akşam sütleri icat etti: ballı süt adı altında bal, süt, tarçın ve YUMURTA karışımı bi kokteyl. Uyanığım ya sezdim kokuyu, "bunda bi şey var!!!" diye annemin içecek hazırlama zamanı kuyruk gibi gezer oldum peşinden. Kardeşim de huysuk seçer de seçer. Kardeşimle başladık iç ayalanmalara. Annem baktı olacak gibi değil, hemen bi anlaşmaya oturduk; ben büyüdüm ama kardeşim bari içsin diye. "Tamamdır" dedim, artık annemle bi sırrımız vardı ve kutsal bi amaç içindi hepsi de. Bir süre de böyle geçti yumurta ile ahbaplığımız. Sanırım bu esnada yitirdim yumurtaya ilişkin sempantimi. Sonrasında yumurtaya blanarak kızartılan ekmekler -ki ekmek balığı denir bizde- eşliğinde bir kere daha aldım onu hayatıma, ama bu kez severek, sevinerek.

Allah, anacğım yapsa da o zamanların kokusunu getirse bana yine...

Ya da şöööle taze soğan, yeni koparılmış nane, biraz taze sarımsakla birlikte yufka arasına özenle yerleştirilmiş yumurtadan bi dürüm olsa... ohhhh ne güzel giderdi açık havada, manzaraya nazır, belki su sesini dinleyerek gözler kapalı... Valla gece gece fena yazdım di mi..)

Yumurta filmine gelince, yumurta hikâyeleri sonucunda gümbürtüye gitti tabi, hak ettiği taltiften mahrum kalarak. Buraya henüz gelmemiş ama, vcdsini kiralayıp seyretcem nasılsa. Merak ediyorum. Artık hakkını seyrettikten sonra veririm, di mi ama?

25 Mayıs 2008 Pazar

Zordur Almak Bizden Kızı

Dün çok sevdiğim bir insan için katıldığım Artvin-Borçka düğünlerinden birindeydim. Pek bi eğlenceliydi hakkaten. Buranın klasik düğünlerindeki faaliyeter burada da aynen tekrarlandı: Hemşin, Trabzon Kolbastısı, Düz Horon, Atabarı Oyunları kadınlı erkekli kalabalıklarla coşkulu biçimde oynandı, klasik takı töreni falan derken bitti salon bölümü. İşin daha keyifli olan kısmı ise gece 12'den sonra köyde devam eden geleneksel bölümüydü. Önce erkek ve kız tarafnın birincil dereceden yakınları oğlan evinin köydeki evine indiler. Bizler de özel misafir olarak kadroya dahil edildik, Cavit Abim sayesinde. Sonra gelin arabasının ve oğlan evinin giriş kapısının önü kız evi tarafından tutuldu. Kızı almak ööle kolay değil mesajı vermek için oğlan evi terletildi. Naıl mı? Şöyle ki, buralarda adettenmiş, kız evi gelinle birlikte içeri girmezden önce oğlan evinden çeşitli şeyer ister nları alman da geçişi tıkaış . Kız evinin ağır topları başladılar br bir isteklerini sıralamaya. Neler istemediler ki: 3 tepsi laz böreği, 3 tepsi el açımı baklava, pişmiş tavuk, halı... biri dedi ki pilav olmazsa girmem... Oğlan evi hazırlıklı tabi, hemen kaıladı istekleri. Hatta tavuk pşmiş mi dediler kontrol için pişmişi tepsiyle aşağı gönderildi. E tamam, bunların hepsi tamam da HALI? Halıyı nerden bulsunlar pazarlığı başladı bu kez de. Dışarısı serin, gecenin körü, hepimiz kapıdayız, gelinle damat da arabada tıkıldı kaldı. Baktık olcak gibi değil onlar pazarlıklarına devam ederken dışarıdaki genç orta yaş hepsi başladılar tulum eşliğinde halaya, alkış horon derken arada bir de kuru sıkı tabanca atışları (tabanca ne zaman hazırlanıp sen de bi atış yap diye bana gelse daha elleyemeden şarjör tıkandı takıldı, derken kaldı). Sonunda pazarlık sonuç verdi de evdeki bi halı sırtladı serldi kız einin yoluna ve açıldı kapılar. Tam bu esnada kısa mesafeli 8-10 tane havai fişek atıldı; YILDIZ YAĞMURU misali. İşte böylece girdik içeri. Yemeler içmeler, odadan odaya laf atışlar ve bitmeyen ikramlar ve istekler. Ayran isteriz de, çay isteriz... Ev sahibi hepsine hazır karşıladı, ağırladı bizleri. Sonra birlikte toparladık ortalığı. Rakı sofraları kuruldu, isteyen kadınların da başka odada eşlik edebildiği (burada her evde olmaz bu açık ve eşitlik ama aile yapısına göre mümkün olabiliyo gördüğünğz gibi). Anladığınız üzere gelinle damat elden geldiğince alnız bırakılmıyor bu gecede, kavuşamıyolar yani. Zannımca sabaha kada eğlence. Muhabbet devam ederken, biz izin isteyip ayrıyoruz bu renkli kalabalıktan. Ben geleneksel bir düğünün ritüellerini kafama kodlamış olarak yorgun ama tebessümle dönüyorum evime. Ne gece..)))

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Meydancık'tan hayvan manzaraları..)

İki gün önce il çapındaki bilgi yarışması için düştük yollara. Biz 3 tane lisenin yer aldığı 7.grupta idik ve bu grub, Şavşat ilçesinin Meydancık Köyü'ndeki okulda yarışacaktı. Maksat öğrencileri, öğretmenleri kaynaştırmak ve kıyıda köşede kalmış yerleri göze göstermek. Neyse efenim koyulduk yola. Sarsıla sallana, takır tukur kıvrılan yollarda aynı senkranizasyonla biz de kıvrılarak ilerledik. İlerledik ama, git git bitmez bi yola dönüştü; hele bi de yarışmaya katılacak öğrencilerimizden biri midesindekileri tutamayacak noktaya gelince... telef oldu yavrularım velhasıl-ı kelam. Manzara süper, e havada da güneş ama 3 saatlik yol estetik duyarlık mı bırakıyo insanda. Derken bi tabela büyük bi levha üzerinde koca puntolarla: "DİKKAT, AYI ÇIKABİLİR!" (ben bunu sadece Kastamonu yöresine has sanıyordu : "Dikkat, daş düşebülüü, ayu çıkabülüü") Kopuyoruz tabii ki, kendimize geliyoruz bi parça. Ondan sonrası daha kolay, varıyoruz Meydancık köyüne. Ama ne okul, minyatür bi kampüs havası. Zamanında trilon yatırarak Polis Yüksek Okulu olsun diye yapılmış, ne mümkün. Sonradan yatılı bi liseye tahis etmişler, iyi de etmişler. Çiçek ve çikolatalarla karşıladılar bizi. Kadro enerjik, öğrenciler de halinden memnun. Sıcacık bir tanışma oldu anlayacağınız, yarışma öncesi. Derken yarışma... Biz ki favori görülen okulduk, vallah sormayoın ne oldu ise oldu tökezledi yavrular. Onlara her şeye rağmen tebessüm etmeye devam eden, destekleyici suratıma karşın içimden, şaşkınlıktan belermiş gözlerimle takip ettim yarışmayı ve 3. olduk. Çocuklarla, bize sonucu soranlara böyle demeye karar verdik, öyle ya kim bilecek yarışmaya kaç kişinin katıldığını..)))

Kars Macerası-4 (dönüş)

11 Mayıs 2008



"gönül ne kahve ister ne kahvehane
gönül muhabbet ister
kahve bahane
"



Evet efenim, gelelim fasülyenin faydalarına. Aslında ALES'e girmek için düştük yollara, ama niyet belli idi, gitmişken yeni bi yeri de ufaktan keşfetmenin derdinde idik. Zaten bööle başladı Kars fikri. Yakınımızda gitmediğimiz yerlerden biri olsun dedik, pek de yakın değilmiş açıkçası. Hele de iklim, mevsim normalerinin altında iken. Neyse efenim, girdik sınava. Geçen yılkinden daha düzenli ama sorur bazında daha çetrefil ve yorcu idi. Yoruma dayalı yanı onca çoktu ki çıkışta kendi sınavımız hakkında yorum yapmak güçleşti..)))


Artık dönüş yolundayız, hava hâlâ soğuk; ama biraz daha aydınlık diyebilirim. Ardahan üzerinden geç.erken vedalaşıyoruz arkadaşımızın kalabalı k ve de sıcacık ailesi ile. Düşüyoruz yollara. Sınav sonrası evimize kavuşacak olmanın rahatlığıyla gevşiyor zihnim, huzurla ilerliyoruz soğuğa rağmen. Cam yapılmış açılmıyo şükür ki. Böylece yolda yakalandığımız dolu tufanı dokunmuyor içbirimize. Sayımız da artmış artık, araba daha ağır ve sağlam basıyor yere. Bu rahatlıkla fotoğraflamaya devam ediyorum çevreyi. Arkada herkes uykuda...


Sahara denilen yerden geçiyoruz, arkadaş bilgi veriyor burası meşhur piknik yeridirdiye. Ben inanmazca bakıyorum karlı manzara ardındaki yere. "Bahar gelince doğrudur herhalde de Kars, Ardahan'dan bunca yol tepip pikniğe mi gelinir" demeden de edemiyorum. Şavşat sınırına girmemizle birlikte hava bıçakla kesilmiş gibi arınıyor kardan bahara dönüyor yüzünü. Şaşkınlıkla görüyorum bu çizgiyi ve gariptir ki ilk defa bir yerden dönerken vatan sınırına girmiş gibi rahatlama duyuyorum içimde. Daha 2.5 saatlik yolumuz var ama olsun geldik ya buraya, varırız gayrı.

Buraya, tahmin ettiğimden fazla şey kazanmış olarak dönemekten mutluyum. İşte bele, Kars'a dair bende kalanlar..)


Kars Macerası-3 (Keşfe devam)


10 Mayıs 2008
Kars'ta keşif devam ediyor, aynı gündeyiz. Küçügörünen ancak sokak aralarına kadar tarih sıkışmış bu memleket, taş toprakve fotoğraflama meraklılarına uygun diyebilirim. Neyse efenim, bu seyr-i âlem esnasında dikkat çekici olanlardan biri de yapıların yer yer Frasızvarî bi havada oluşu idi ki pek bi hoşuma gitti. İşin güzel olan tarafı ise bu yapıların özellikle bu hale sokulmaksın kendi bünyemizde eritilip kullanılıyor olması idi. Mesela şu kafe; yapı ve süs Fransız cafeleri gibi ama isim BARIŞ! İşime geldiğinden ya da bu açıdan görmek hoşuma gittiğinden olsa gerek, bu ismi çok anlamlı buldum; iki ayrı kültürü içinde barındıran bi yapı barıştan daha güzel bi isimle birleştirilemezdi herhal...(tabelası çok uyduruk olmuş, yapının üzerinde yama gibi kalmış o ayrı..))) Sonunda özümüzü bozmadan bi şeyleri bünyemizde tutabilmeyi öğreniyoruz galiba. Sonra şu görüntü. Bu, Kars'taki bir parktan alınma bir foto. Tepelerden çekilmiş olmasının yanı sıra, havanın kapalı oluşu da netliğini bozdu ama açıkçası böyle bir atmosferde parkın ortasından geçen ırmak daha da fazla andırıyordu Sen Nehri'ni. Hani Fransız yazar ve şairlerinin Paris'in puslu amosferinde yarı bunalımlı, içe dönük bir santimentalizmle kıyısına oturup şiirlerini yazdıkları nehir... Sanırım bundandır ki sakin akan suyu görür görmez aklıma Boudleaire, Verlaine geldi... biraz da bizim rahmetli Attila İLhan... tam da bulunduğumuz tepeden bakarken görür gibi oldum onları. Olmaz ki yaf insan bu manzaraya bakınca ilham bulur ama huzur mu bulur bunalım mı orası bilinmez..))

şehrin orta yerinde onca binanın arasında bahçeli bir müstakil yapı, kendi halinde duruyor durduğu yerde. Bir kütüphane ya da devte tâbi bir yer sanıyoruz önce bunu; sonra bakıyoruz ki kişiye ait bi ev, gayette kanlı canlı yaşayanlar var içinde.

Yanda gördüğünüz bu jftoğraf ise bir tavandan alınma, hem de bir evin bir bölümünden alınma...Önceki yazımda bahsettiğim türbenin yakınındaki bir evde -ki çok ğil 7-8 yıl önce arkadaşın komşusunun yaşadığı bir evin tavanı. Evin o odasını kapalı tuar pek kullanmazlarmış, bakımsızmış ve aldıklarında da ööle imiş. Yabancı ükeden uzmanlar gelmiş bi gün kapılarına kendilerinin ciddiyetini kavrayamadıkları bu odaya onlar girmiş incelemişer. Sonra tamamen ahşaptan yapılma bu el yapımı özel tavana paha biçememiş, odayı kitleyip gitmişler. Şimdi mi? ÖÖöölece duruyo tahtadan uyduruk bi kapının korumasında. Ev falan kalmamış sadece bu odadan müteşekkil kalakalmış. İşin şaşırtıcı yanı, bütün bu alakasızlığa ve vefasızlığa rağmen dayanıp direniyor zamana...

23 Mayıs 2008 Cuma

Kars Macerası-2 (Keşif Zamanı)

10 Mayıs 2008
Ardahan’ın sabahına şahidiz bugün. İl olduğuna inanmak zor, müstakil evler ve ahırları ile bi kasaba edasında duruyor karşımızda. Merkeze doğru iniyoruz, apartmanlaşmaya rağmen bu hava dağılmıyor. Akşamki meşakkatli ama başarılı yolculuğun da tesiriyle olsa gerek arkadaşlarla yaptığımız bu kaçışın rahatlığı ile bunu da sevimli karşılıyoruz; soğuk dışında.

Yol boyunca düzlük ve otlayan hayvanlar. Ara ara kendini gösteren bi deltaya şahit oluyoruz bu esnada. Artvin’de yaşarken gözümün düzlük denen şeyi unuttuğunu fark ediyorum. 1.5 saat sonrasında Kars’tayız. Grilik ve bina rengi olarak da kapalılık devam ediyor. Fakat bi başkalık var bu şehirde, tarihî dokusuyla etkiliyor beni. Nasıl da muhafaza edilmiş olduğuna şaşırıyorum; Bizde pek olmayan at, aslan, fil heykelleri karşılıyor sokak aralarında, kavşaklarda falan. Bizans motiflerini görüyorum kimi binalarda. (bu arada, üstte sol tarafta yer alan fotodaki teyzeye dikkat, uzun bir süre gerek gözü gerek vücuduyla bizi takip ederek gazeteci olduğumuza kanaat getirip yer tarifine, binevi rehberliğe soyundu. E hakkı kalmasın dedim, belki gazeteye çıkarım hevesiyle verdiği poz boşa gitsin istemedim..)) ) Çarşı içlerine doğru ilerledikçe, köşeli mimarisiyle biçok bina çıkıyor karşımıza, renkleri beyaz ve sarı üstelik bunların çoğunun. Caddeler geniş ve teremiz, kimi devlet kurumlarının meskeni olmuş bu tarihi mekândan geçiyoruz. Ankara’daki konsolosluk sokağına girmiş gibi hissediyorum kendimi. Sonra fotoğraflardan aşinalık kazandığım Gürcistan’a benzediğini fark ediyorum. Vayyyy beee varmış biz de böle yerler diyorum sevinerek. Zamanında Ruslardan kalma yapılar oluğu için bol bol foto çekek devam ediyoruz. İstikâmet Kars Kalesi. Tırmanıyoruz az bi çabayla oradayız. Yıkılmışlığına rağmen güzel bi kale, restorasyonlarla destekleniyor görünüşe göre. Kale içinde Celal Baba Türbesi karşılıyor izi, içinden önce sesi sonra kendi görünen bi dede çıkıyo ki sormayın pek yaralı tarihin kıymetlendirilmemesinden. Amca’yı dinleyip gönlünü alıyor ve devam ediyoruz yolumuza. Sonra, kilise olarak yapılıp, Türklerin hakimiyetine geçer geçmez camiye dönüştürülen çok güzel küçük bi yapı çıkıyo karşımıza. 12 Havari freskleri bile bozulmadan duruşuyla etkiliyor beni (yukarıda sağda). Çekmez olur muyuz, bol bol fotoğraf çekiyorum. Beklediğimden fazlası ile karşılaştığımdan mıdır nedir bi heves kaydediyorum her şeyi kafama ve makineme. Aşağıya doğru inen düz yoldan sola kıvrılıyor ve bi ara sokaktan geniş avlulu bir türbeye ulaşıyoruz: Seyyid Ebü’l-Hasan Karahanî Türbesi. Önce hemen her türbe gibi bakıyorum avlu içinde beliren bu türbeye de ama içeri bi giriyorum, etkilenememek mümkün değil; bordo kadife perdeler, sıra sıra muhtemelen müritlerinin mezarlarıyla çevrelenmiş ferah bi oda. Rahatlatıcı bi atmosferi var. Çok bakımlı ve yaşam emaresi varmış gibi canlı bi atmosfer. Anlatması zor. Sessizce fotoğraflamaya çalışıyorum ama solumak başka bi şey. Çıkıyorum tabii ki, sonran öğreniyorum ki herkese nasip olmazmış buraya gelmek. Arkadaş 4 yıl okumuş, üstelik Ardahanlı ola ola son sınıfta anca gidebilmiş.”Haydee!” diyorum, “İnsan daha önce söyler!” ..))
Türbe ve kiliseyi aynı kareye alma çabam anca sol üstteki sonucu verdi. Bu arada ilinin adı yazmıyodu bi yerinde??? ilginç bi savsaklayış değil mi yafu!şimdi sosyal ve ekonomik mevzuulara girmim diyom ama ne diyim... turizm???

Kars Macerası-1 (Ardahan'a varma azmi takdire şayan)

9 Mayıs 2008
Kars maceramı sonra anlatırım demiştim; maşallah, kaç vakit oldu da elim değmedi yazmaya. İnsanın hevesi kaçıyo, bunca yoğunluk içinde de gözünde büyüyo. Zaten bu yüzden değil midir ki günlük tutmada bi türlü istikrar tutturamamışımdır.
Neyse efenim, eski bi TX 12 içinde tıngır mıngır çıktı yola. İlerleyip de Şavşat’a tırmanmamızla kar tipiye tutulmamız da bir oldu. Mayıs’ın ortasında olunca insanın zoruna gidiyor haliyle DoNmaK! Hayır, şaka değil, donduk yol boyunca; vakit geç, ortalık ıssız, yollar rampa mı rampa sisten görünmüyor ortalık.. Allahtan arabayı süren arkadaş sürücülükte usta ama neye yarar bi noktadan sonra. Gri rengi, buzlu puslu bi sisle kapatınca göğü yeri korku filmlerini andırır bi manzara çıkıyo ortaya. Buket’im daha fazla tedirgin olmasın, adam da cesaret toplasın diye suratıma yerleştirdiğim yürekli, gözü kara ifade içten içe çaktırmadan bi tırsmaya bırakıyor yerini. Olur mu hiç yiğitliğe bok sürdürmek, yaraşır mı yaraşmaz; çıktık yola varacaz elbet edasıyla devam ediyoruz bi gayret. Araba da, aynı eski toprakların bilir kişi cesaretiyle tırmanma gayretinde rampalara. Bizim emektar, ıkınıyo tıkanıyo, derken iş bize düşüyo… Araba önden çekişli, dursak olmaz kalkamayacağız. Haydi hoppa, hareket halinde iken öne sıkışa süzüle geçiyo arkadaş. Efenim biter mi macera bu kez de dönüşler de destek vermek gerek sürüşe, zıpla da zıpla! Böyle kaç virajı atlatıyoruz bilmiyorum ama bi ara tepeler arasında kıvrılan yol kar ve karanlıktan seçilmez hale geliyor. Rakım 2640'ı görüyoruz. Derken, sağ cenabımdaki cam sarsıntıdan ötrü açılımını gerçekleştiriyor, ki kapatmak ne mümkün. İttiriyor, düşen camı kaldırıyor ama kapatamıyoruz. Süren arkadaş el mahkum iniyor arabadan. Tutturuyor camı, motor önüne de gazete saracak…ne mümkün rüzgâr, tipi ile ittifak kurmuş iplemiyor bizi. Ortalığa saçılan gazete sayfalarının haddi hesabı olmuyor tabi. Sonuç mu? “Bırak dağınık kalsın” modunda koyuluyoruz yola. Gecenin bir körü varıyoruz Ardahan’a, aklımda tek dilek: “Arkadaşlar sobayı yakmış olsunlar!” Dileğim kabul oluyor, çayı da promosyon olarak ikram ediyorlar üstelik… ve sıcak geniş bi yatakta buluyorum kendimi. Nasıl sıkmışsam artık kendimi, yatağa koyvermem zaman alıyor, sonrası sabah… soğuk gri ama mutlu bi sabaha uyanıyoruz. Kalabalık, şenlikli bir ailenin masasına misafiriz bu evde ve Kars’ı keşif için planımız cepte..)

13 Mayıs 2008 Salı

mutruflar

Kars yoculuğu da geride kalmış bulunmakta... Bi koşu ALES'e girdim geldim..)) zorlu bi yoluluktu hoplamalı zıplamalı. Neyse efenim Kars'a dair izlenimlerimi ve yolculuk maceralarımı başka sefere anlatırım artık; gözümden uyku akıyor. Gelir gelmez dinlenmeksizin löp diye işin gücün temposunda buldum kendimi; eksilmeksizin hem de, artarak.
Mutruflar? biliyorum yaratık ismi gibi geliyor ilk duyuşta, hani eskiden insan kılığında dünyalılar arasında dolaşan ancak, fare yiyen kertenkele doğuran bi yaratık filmi vardı onların adını andırıyor, AmA dEĞiL! Bunlar dünyalı..))) Şaka yapıyom tabi, doğu düzgün okunmayan blogumu tutup da mutruf ya da mutruf sempatizanı olanlardan biri okuyomuş..))) KöRüN TaŞı derim valla...
Neyse efenim, uzatmim; Her ırktan insan var memleketimizin bünyesinde, ki bu çeşitlilik rengarenklilik hoşuma gidiyor. Bunun sıkıntı yarattığı pek çok zaman olsa da başka tarafından bakıyorum ben meseleye. Malumunuz ki, ülkemiz topraklarında sadece yerleşikler değil göçebeler de yaşıyor, ya da göçer gibi yapıp aslında aklının estiği yere mahalle kurup gayette konar vaziyette yaşayan biçokları da var. Bunlar genellikle varoşları mesken tutuyolar ve genelde de çingene diye tabir ediliyorlar. Niye mi girdim buna şimdi. Çünkü çingen ya da çingene diye yaygın kullanımı olan bu toplulukların;
Balkanlarda Roman,
Artvin'de Poşa,
Kars'ta ise Mutruf
diye anılıyor olması ilginç geldi. E mutruflar yeni öğrendiğim bi şey, bahsetmeden edemedim. Kendi aralarında farklı bi dilleri var mı bilmiyorum ama kendilerince bi jargonları olsa gerek diye düşünüyorum. "Gitsek bi baksak yaşam alanları nasıl?" dedim ama, " aman ha girilmez mahallelerine, zaten de almazlar" dediler. "Kabul" dedim, nasılsa yer yer sokaklarda görüp merakımı giderdim..)

4 Mayıs 2008 Pazar

uÇmAk...


Uçmak çok güzel olsa gerek; sadece uçurumun kenarındaki tepeciklerden atlamak bile bu kadar tatlı bir his yaratıyorsa insanda... e bi de mecazî bi uçuş var ki, YÜREĞE DAİR..) o mevzuuya girmiyom şimdi... Onun da insanın ayaklarını yerden kesebilecek kabiliyette bi kimya yarattığını söylemeye gerek yok herhal ;)
Ayrıca "uçmak" sözcüğünün, Eski Türkçe'de -Öz Türkçe de diyebiliriz- "cennet ve ölmek" anlamlarında -isim ve fiil haliyle- kullanıldığını biliyor muydunuz? İşte sadece bu kullanımından bile uçmak sözcüğünün özgürlük ve arınmayı çağrıştırmasından ötürü güzel olduğunu söylemek ve düşünmek mümkün...
Efenim uzun lafın kısası, uçuş idmanlarından bir çekimdir yanda gördüğünüz..))) Ah bi de fotocu bana tam havada yetişse imiş, kaç fotoda da bir dengişik (g=nazal n'sidir ve genizden okunan garip bi ses verir; yanlış yazmadım yani) hallerde çıkınca yere inmeye yakın bu kareyi yüklemeyi münasip gördüm. Çekenin ellerine sağlık, uçanın da aklına..)

1 Mayıs 2008 Perşembe

HayLayF...

ah halayf... ne de çok yer de kıymetlendiridik o anları. E eskiden bunca çeşit mi vardı, az olunca hem kıymetli (datlım gıymatlım) hem de pahalı oluyolardı tabi.
Bugün sevgili ve emektar bizküvim "haylayf" alıp yedim. OKul kantininde özüme ilişen yıllardır değişmeyen mai ambalajı nasıl da çarptı gözüme ve eski ilk ve ortaokul yıllarım geldi aklıma. Harçlığın bi bölümünü ona ayırır, yeni çıkmış bu bizküviyi almak için öğrenci yığınını aşar ve ağzımın içinde aromasını erite erite yerdim iştahla. Bitmese derdim kendi kendime... E o zamanlar nerde onca çeşit dedim ya... Ne kadar da zaman olmuş tadına bakmayalı, ona pas vermeyeli. NASIL VEFASIZ DAVRANMIŞıM ona, bizküvi vb çeşitliliği arasında. Buluşmamız mutluluk vericiydi; AMA YİNE DE O ESKİ GÜNLERDEKİ AĞZIMDA ERİYEN GENZİME YAYILAN KOKUYU ARADI, ANDI YÜREĞİM.
aLIP masaya getirince başladı diğer arkadaşlarda da eskiye hasret muabbetler. Meğer ne haylayfçılar varmış ve daha ne toz leblebiciler, çiziciler, çokoprensçiler... İnsaaanoğlu ilginç, neler nerelere götürüyor bizi.