30 Kasım 2008 Pazar

hımm?!..

Vücuttaki en sert madde ne dersiniz? kemik, onun devamı diş vb yi geçiyor da EN SERT oluyor düşünsenize. Evvett, vücuttaki en sert madde, diş minesi imiş, biliyor muydunuz?.. Şaşırıverdim bu bilgiye de, sizinle de paylaşayım istedim.

29 Kasım 2008 Cumartesi

ben orhan veli

pek bi severim bu şiirini Orhan Veli'nin; Garip'lerin en garibi imiş 1940'larda. Keşke her garip (tuhaf) bööle güzel olsa. Hele bi de Müşfik Kenter'in sesinden dinleyince... Bi insan bunca kendiyle barışık ve çok derinine inmeden de olsa dışındaki insanlara bunca samimi mi olur. İşte bu şiir bööle bi şiir. Hazır garip huylar başlıını açmış iken bahane ile alıntı yaptığım bu şiiri de sizle paylaşayım istedim:

Ben Orhan Veli
"Yazık oldu Süleyman Efendiye"
Mısra-i meşhurunun mübdii..
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum,
Bir işte çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır usağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır pek muteber;
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz
Sadece üdeba arasındadır.
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya?
Onlar da bunlara benzer.

mim'e icabet, nezakettendir..)

Allam yafu bizimkiler yine mimlemiş beni. bööle kolektif hareketlere katmaın diyom yafu şurda 657'ye tabiyiz nolur nolmaz ..)))

evet efenim, gelelim garip huylarıma:

bi kere her yere tam vaktinde giderim; bekletmem, bekletilmeyi de sevmem (biliyorum bu, normal bi durum ama pek kızar benim bazı arkadaşlar; dolayısıyla ben tuhaf kaçıyom...) ya mimler misiniz beni!.. KEH KEH..)))

bi film izlerken konuşmaya bayılırım, aslında spontan gelişir bu durum kendimi film içindeki bi durum, çekim kalitesi ya da sonuna ilişkin yorum yaparken bulurum. Yok nenem usulü değil, daha ciddi diyelim..)))

uyumlu bulduğum sürece "tatlı" ile "tuzlu-nötr"ü birlikte yiyip, sevebilirim; pilavla üzüm, kekle peynir gibi.

tanımadığım ya da hiç alakasız yeni tanıştığım insanların bana "sen" diye hitap etmesinden hoşlanmam; çünkü ben onlara bunu yapmam.

hiçbir takı makı ile yatamam, daha eve gelir gelmez hemen hepsinden arınırım; yük gelir bana.

"Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya?
Onlar da bunlara benzer." (Orhan Veli)

değil mi ama..))))

bana kimseler kalmadı mı yafu mimlicek? ben de sevgili mor koyun ve korai, sizi mimliyorum o zaman..)

16 Kasım 2008 Pazar

Zaman, Ağlamak Zamanı Değil !

Babası öldü.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
Hastalandı, böbreklerinden,
Vuruldu göğsünden, bir cep saati korumasında…
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Hiç çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.

Evet...
Mustafa Kemal Atatürk’tü bu…

Bir insan ki bunca acının içinde, onlarla yoğrulmuşken direndi hayata; her zorluğa ve içindeki manevî yokluğa rağmen. Onun da oldu elbet kişisel arzuları, zaafları; ancak hiçbir kere kahramanlığın popülaritesi için savaşmadı, yenik düşmedi şahsî hırslarına, onlarla oyalanmadı. Milleti ve bağımsızlığı için attı adımlarını. Dönemi için erkendi attığı kimi adımlar. Nitekim, bundandır ki İstanbul (saray) tarafından tehlikeli bulunup hapse attırıldı. Tam o engelin üstesinden gelmişi ki, askerîye içinde de kimilerinin gözüne battığının farkına vardı. Bu ağırdı, vatan hainliği yakıştırılıyordu kendisine kimi çevrelerce. Öğrencilik yıllarından o yıla dek hazırladığı zemin üzerine askerken inşa edemeyecekti eylemlerini. Askerî rütbesi tehlikeye girdiği anda vatanın bağımsızlığı için -üstelik vakt-i zamanında uğruna annesini bile karşısına aldığı- askeri kimliğini bıraktı; soyundu üniformasından, sivil kimliğiyle verdi savaşını. Ancak hiçbir zaman uğrunda savaş verdiği şeyi terk etmedi, çıkarmadı o yaftayı üstünden. Ölene dek; saat 9’u 5 geçene kadar da çıkarmayacaktı üzerinden, içinden.

Şimdi, kimilerimiz durmuş onun çok içki içtiğinden, ağzından düşmeyen sigarasından, diktatörlüğe yakın durduğundan bahsediyor ve yakın zamanda Can Dündar’ın senaryolaştırdığı belgesel filmi “Mustafa”nın içeriğini eleştiriyoruz: “Atatürk bir millete mâl olmuş bir insan idi, sürekli sigara içen görüntülerine, mezelerle bezeli içki sofralarının tekrarına ne gerek vardı? Hem canım, koskoca Atatürk ölüme yaklaşırken bunca dostsuz ve yalnız mıydı? vb vb.”
Ben seyretme fırsatı bulamadım henüz, dolayısıyla savunacak değilim hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi; kaldı ki mesele film değil. En nihayetinde o da bir insandı; ancak üstündü kimliğiyle, zekâsıyla, askerî bilgisi ve otoritesiyle, ileri görüşlülüğüyle… ama en nihayetinde insandı işte. Onca sıkıntılı bir dönemi tek başına göğüslerken, omzunda taşırken koskoca bir milletin sorumluluğunu kocamandı da özel hayatındaki eksikler mi küçültüverecekti ya da küçültüverdi onu?
Sorarım size: Biz ki şimdi, eğitim sistemindeki aksaklıkları hallederken tıkanıyor, bir anayasa değişikliğinde karman çorman oluyor, dildeki yozlaşmanın hemen önüne geçemiyor vb vb birçok konuda handikaplar yaşıyorken; O, öyle sancılı ve bıçak sırtı bir dönemde öne atılıp yepyeni bir rejimi getirdi, kabul ettirdi yığınlara. Uzmanlar eşliğinde gecesini gündüzüne bulayıp eğitimden, dile, bilime, tarihi belgeciliğe, ekonomiye, anayasaya kadar daha neleri neleri hali yoluna koydu yeni rejimin altını sağlam tutmak için.

Şimdi biz bütün bunları bilirken ve O’nun yapıtındaki büyüklüğün farkındayken “Gazi’ye Peynir Getiren Köylü Teyze[1]” kadar da olamayacaksak bu, bizim ayıbımız.

Zaman, -öyle veya böyle- O’nun üstünden nemalanmak, onu tabulaştırmak, ölümüne ağıtlar yakmak zamanı değil. Zaman, onun ilkelerini, doğru bildiklerini önümüze katıp ilerlemek zamanıdır. Onca yorgunluklar, milletçe nice vazgeçişlerle, tek bilek olup da kazanılan emaneti iyi taşımak ve can veren nice şehidimizi, Atatürk’ün temsilinde taçlandırmak zamanıdır.

İyi ki VARDIN Ata’m ve bugün toprak olmuş naçiz vücuduna karşın ilkelerinle bizde dâima VAROLACAKSIN !


[1] Bkz. Mustafa Bilge Işıktürk “Mustafa Kemal Nasıl Atatürk Oldu” Sayfa 34

15 Kasım 2008 Cumartesi

takma adlar

Evet takma adlar, lakaplar!
Arada bir hepimiz yaparız sanırım, birilerine takma adlar takarız. Kimi zaman samimiyeti dile getirmek için, kimi zaman da kendi aramızda bir dil geliştirmek için o insandan habersiz yaparız bunu. Özellikle uydurmaya ve benzetme sanatlarına meraklı biz Türklerde çok olsa gerek bu lakap mevzuu.
Halk ve Divan edebiyatında yazıla şiirlerde de hemen her birinde rastlarız bunlara. o dönem Türk şiirlerinde görülen bu takma alar birer zorunluluk gibidir, imza niteliğinde. E malum, soyadı yok, oğaçlama okunuyo mecburen çalınmasın diye yerleştiriverirlermiş şiir içlerine. Bunlara da MAHLAS denirmiş.
Neyse bu teorik kısmı fazla uzatmayayım. Şimdi durduk yere nerden mi çıktı takma ad meselesi? Bugün bi arkadaş toplantısında nerden geldiyse geldi muhabbet, liseyi buldu. Derken bi arkadaşın "Tavan Zekiye" lakaplı bi hocasına geldi laf. Çok güldüm, hani çok lakap duydum da böylesini duymamıştım hEMEN DUYDUĞUM, BİZZATİHİ ŞAHİT OLDUKLARMI AKTARYORUM:

"Sıfırcı Leyla (açıklama istemez sanırım),
Terlikli Hasan (bir kere okulda terlikle görülmüştü ööle yapıştı kaldı adı),
Kırmızı Tahsin(Ayyaş da derdi bazıları içip gelir, kızınca da kızarıverirdi. ayrıca meziyetleri aasında şımaran oğlanların kulak memesi ile kulağın üst bölümünü birleştirip suç oranına göre kıvırabilme özelliği de vardı),
Boksör Tahir (bi gün gözü mor gelmişti, okulda iyi adam döverdi),
Topuklu Ali (ki yumurta topuk diyebileceğimiz tık tık topuklu ayakkabılar giyerdi),
Bıyıklı Aliye (bu arkadaştan alıntı),
Gıyaseddin Keykubat(tarih öğretmeniydi ve gerçek adı Gıyaseddin idi -ailesi hiç isim bulamamış olmalı-),
Boya Küpü Sema (hoş ve genç bi bayandı. izim zamanımızda genç hoca pek düşmezdi okullara, bu gençti ve hep pileli kısa etekler giyerdi. bi de süs bi de süs. erkekler bile suratındaki boya katmanlarına takılıklarına göre vardır bu lafın bi hikmeti, kızsal basit bi kıskançlık yorumu falan dildi yani..) )
Sürgün Mustafa (bizim orta birinci sınıfta gelmişti okulumuza, o yaşlarda nedenini tam anlamamıştık bi türlü ama ilk sürgün yeri değildi bizim okul. kaldı ki bizim okul sürgün değil ödüldü bence onun gibi bi hocaya / adama)
vb vb "

şöyle bi bakıyorum da hep eksiklikler, takıntılar ya a olumsuz özellikler üzerinden takılıyor akma adlar; en azından liseler ya da okullar kapsamında. Oysa normal hayatımızda sevdiğimiz insanlara sediğimiz özellikleri için de isim takıyoruz biz. (kim bilir öğrencilerim bana ne lakap takmışlardır? takmışlar mıdır? taksalar söylerdi keratalarım ama belli mi olur..) )

A bu arada "Tavan Zekiye"yi unutuverdim, hemn aktarayım. Kendisi mantık öğretmeniymiş ve öğrenci ile göz göze gelmemek için ders anlatırken hep tavana bakar, tavanı dikizlermiş. İLginç... Hem izlediği yol, hem de psikoloji alanına ilişkin bi dal okuyup sonra da bunca güvensiz olduğu için?

13 Kasım 2008 Perşembe

çeşme


nasıl da palaşımcı bi milletiz ki biz bööle(! / ?), çeşmenin bile ilkel tasarımı bi başka türlü. iki başlılık ya da ayrıksı düşüş olarak algılamak da var bi tarafında ama ben her bakışta yaratıcı bi olumlamayla algılıyorum Macahel (Camili Köyü) - Düzenli Köyü yolu üzerindeki geçen yıllarda çekmiş olduğum bu fotoyu ve çeşme başını. Güzel yer hakkaten Macahel; doğası tropikal ormanları andırıyor yer yer ve daha yukarılara çıkıp detaylandırdıkça. Efenim görmeye, göstermeye değer, lafın kısası..)

hediyenin böölesi


tren -öküz ilişkisi..))) kişiden kişiye duruma göre değişiyor hediyelerin mahiyeti ve ehemmiyetinin oranı.. hani şu inekçağızı bunca ne mest edebilirdi ki başka; belki daha yeşil ve havadar bi otlak, belki -tabi dişi ise- süt diye peşini kovalayan bi buzağı... falan falan. Hadi ineklerinki içgüdüselliğin getirdiği bir standartlıktır. biz insanlarınki bunca tek düze değil; renkli, karmaşık ve ve ve işte...

peki ya sizi ne mest ederdi, hangi hediye?

allam ya, ne felsefe.. bi karikatür nerelere de götürdü fikrimi, sündürdü mevzuuyu caaanım!.. ..)))

6 Kasım 2008 Perşembe

tersname..)

Efenim geçenlerde, bi arkadaşla müzik alış-verişi yapar iken onun flash-belleğime yüklediği müzikler arasında Mahsuni Şerif'e ait bir türküyü de fark ettim ki çok sevindim (hemen bu bahane ile Gakkoşum'a teşekkürlerimi sunuyorum:). Bu, yıllar önce Mazlum Çimen'den dinleyip sonra civarımdaki kimselerde bulamadığım, adını da tam hatırlayamadığım için elime geçmeyen bi şeydi.
Tersname, halk edebiyatında özellikle muzır halk ozanlarınca kullanılan şiir türlerinden biridir. E bence bu kaliteli bi örnek olmuş. İMEMM de yasaklılar listesinde olduğu ve açılmadığı için oradan alıp size dinletemiyorum ama pek manidar sözlerini olsun paylaşıyorum sizlerle:

Sana diyeceğim var eğlen yolcu
Kurduğun yuvayı yık da öyle git
Zamanede ilk görevdir insana
Baştan dinden haktan çık da öyle git
Bir sudan geçince köprüyü devir
Sel basmış tarlaya ırmağı çevir
Birlik dümenini tersine kıvır
Sağa sola sövüp dök de öyle git
Allah bir deseler sen söyle haşa
Nadan ehliyle çıkılmaz başa
Komşunun açlığı tatlı tamaşa
Bir tekme de sen vur yık da öyle git
Ortak isen hesap etme ölçmeyi
İhmal etme dost ırzına geçmeyi
Bir döğüşte çok ayıp gör kaçmayı
Beş on yumruk yiyip sek de öyle git
Elinden tut çamurlara at körü
Beriye ötede öteye beri
Kapıya gelirse döv misafiri
Bir de ana avrat çek de öyle git
Kızına bakanın oğlunu öldür
Meclise girersen büyüğe saldır
Kefeni soy mezarlara kül doldur
Ölünün dişini sök de öyle git
Ciğerin yarası sivri cam ister
Kötülük meydanında kendin göster
Adamın cömerdi yavuz it besler
Meteliği başa kak da öyle git
Küfür eksik etme aziz dilinden
Gaddarlık kılıncın koyma belinden
Hiçbir şey gelmezse bile elinden
Fesat tohumunu ek de öyle git
Hasılı sözümün tersine yürü
Görmesin gözlerin topalı körü
Kısa yerden eksik etme ömürü
Mahzuni şerif'ten bık da öyle git

Kaynak: Asik Mahzuni Serif
Yöre: Afsin

4 Kasım 2008 Salı

yasaklar ve kapaklar


Penguen'in geçen haftaki sayısında kapak yine vurucuydu. Ben çok güldüm, sizinle de paylaşayım istedim; hani güleriz ağlanacak halimize misali... ne demeli ki, hiç... "Susmalı mı susmamalı mı? yoksa hiç konuşmamalı mı?" durumu ve nereye varacak bu RTÜK'ün hali ya da yasaklar çözümlerimiz mi olacak daima? Korkularımız yasaklarla mı sıvanacak, komplekslerimiz ne zamana kadar birilerinin ödeyeceği faturalar olacak? Savunma mekanizmamız bizi kurtaran mı bizi uyutan mekanizmalar mı?... vb vb. Dedim ya ne denir ki... Buyrunuz efenim, Selçuk Erdem ve Hakan Karataş imzalı haftanın KaPağI:

"T.C. Google Arama Motoru Genel Müdürlüğü"

Kapağın üzerinde T.C.Google Arama Motoru Genel Müdürlüğü Arama Formu yazıyor. Daha sonraki maddelerde yazanlar ise şöyle:1. Aramak istediğiniz sözcüğü yukarıdaki kutuya okunaklı olarak yazınız.2. Bu sözcüğü bulmanız halinde ne amaçla kullanacağınızı ayrıntılı bir şekilde anlatınız.3. Daha önce bu sözcüğü aradınız mı ya da ailenizde arayan var mı, belirtiniz.Ad-Soyad :T.C Kimlik No :Adres :

2 Kasım 2008 Pazar

Bu Aralar Stockholm'de Tatlı Şeyler OLuyor..)

İsveç'in başkenti Stockholm'de Uluslararası Çikolata Festivali başladı bugün. Bizzat gözlerimle gördüm, izledim efenim. Aman allahım o ne güzellik, o ne iştah kabartan manzaralar. Özellikle ben gibi çikolata, dondurma sever bir insan olarak..)))) Çikolatanın devleri kabul edilen Belçika, İsveç, İsviçre ve Danimarka'dan katılan 44 firmanın ortak çalışmasıyla tam bir sergiye dönüşmüştü festivalin kurulduğu alan. Çocukların özgür yaratılarına izin veren çeşitli çalışma ve yarışmalardan tutun da heykelvârî küçüklü büyüklü çikolatalara kadar çeşit çeşit lezzetler. Bu görüntü bana Hansel ile Gratel masalını anımsattı, bi de Çikolata Fabrikası adlı çocuk sinemasını. Stockholm Ulusal Festivali kapsamında 3 gün sürecek bu projede binlerce çocuğa çikolata çorbası içirilmesi amaçlanıyormuş. Ne diyelim, gitme fırsatı olanlara ya da oralarda yaşayanlara afiyet olsun... benden söylemesi..)))