27 Aralık 2008 Cumartesi

gülen ve güldürebilene sevgiler..)

Güldürmek ağlatmaktan daha mı kolay? Nerden mi geldi bu soru. Rayo kanllarının birinde mizah ve kara mizah(ironi) üzerine kısa bi söyleşi vardı. Orda tartışılır iken fark ettim ki aamak insanın kendi için bile çok olay bi mevzuu. NLP uzmanı bi hocam vardı, o da derdi ki "ağlamaya niyeti olan zaten ağlar, ağlamaya niyeti olmayanı da sol alt köşeye ya da orta alta sürekli bakar halde tutun durduk yere ağayası gelir. Mesle onu güldürebilmekte." Kesinlike katılıyorum, denemesi bedava. Moral bozmaya ne var ki, tak kafaya her şeyi, bak yukarıda öğretilen biçimde, ona uygun hüzünlü bikaç parça derken, aynen boynun bükük bi edaya bürünüverirsin. Yaaa işte kesinlikle ağlamak da ağlatmak da kolay. Buna uygun bi anekdot da sunayım da destekli olsun bari anafikri yazımın..)))

Br gün iki aktör karşılaşırlar, biri dramaların diğeri ise komedinin ustalarından. Başlarla sohbete tatlı tatlı, fakat öyle bi noktaya gelirler ki sahalarını yarıştıra derdine düşerler. Sonunda rama ustası der ki "siz komedyenler ne yapar ki? İçi boş kahkahaların ne manası var. Hem aklı olmayanı güldürmeye nevar". Bunun üzerine komedynden cevap gecikmez ve "siz dram sanaçıları hüznü aşılarsınız insana. İnsanın doğasında hüzün zaten vardır ve herkesin de ağlamaya bi sebebi. Önemli olan onların hayatlarındaki güleblecekleri küçük sebepler yaratabilmektir. Üstelik sizin yaptığınızı soğan da yapıyor."

Ne hoş di mi, gerçekten de ağlatan bi sebze var, ama gldüren bi sebze ya da meyve yok. BU konuda insanoğlu desteksiz kalıyo ve iş başa düşüyo. Becerebilene..) Hakkaten insanlara tebessüm ettirebilen, onları güldürebilenleri ayrıca taktir ediyorum; hem de oyuncusunu ayrı, yaşarken rastladığımız sıradan insanları ayrı..)
Saygılarımla efenim.

sessizlik zorunlu olunca ne de zor

Cuma sabahı iş saati, kalkma zamanı. Koyuldum banyo yoluna. Boğazımda tuhaf bi tutukluk. Baktım ses çıkmıyo "hıhh hıhhhğğghhh" yok. Bağırma sesi arada kaybolup incelip kopan ses toplulukları ile bölünmekte. Başta bi ağrı. Dedim ki olmayacak bööle. Hemen bi sevk alıp koyuldum yola, ama çare burda değil ki; nodül oluşmuş ses tellerimde. Ne harika değil mi, doktor şööle telkinde bulundu: Efenim, fazla konuşup yormayacakmışım boğazımı. Sonra baharatlı şeyler de tüketek yokmuş. Kahve çay tüketimini de azaltacakmışım mışım da mışım. Hadi yeme kısmına neyse, ılık su desem zaten çok tüketiyorum ama konuşmamak!!! sanırım bu çoook zor ben gibi çenesek biri için..) Şaka bi yana ama hakikaten konuşma üzerine dayalı bir meslek ve alanda iş yaparken ve de çocukluğumdan bu yana konuşmak en çok yaptığım şey iken pek zor. Bir gün izinli idim ve tabii ki bitki çaylarıyla beslenir vaziyette. Bu süre içinde de koşmamaya gayret ettim uzun saatler. Aman ne kadar da zor imiş. Dilerim bu nodül denen şey ilerlemez de bir an önce geçer yoksa konuşamamaya kadar varırmış bu işin sonu... !!! Ve bu yeterince korkuttu. Bundan sonra biraz daha önemsemeliyim kendimi.

Ses telleri, faranjit sorunları yaşayanlar için hemen küçük bi tarif vereyim mesela: efenim su dolu bi cezveye / tencereye isteğe göre tane hunnap, zencefil, kuşburnu, biraz ayva yaprağı konularak kaynatılır. İsterseniz kaynamış bu suyun içine -uyku ve sakinlik için- kedi özü otu ya da zerdeçal serpip içiz. afiyet olsun. a bu arada harika bi lezzet falan beklemeyin. Özellikle de şu son iki otu ekleyecek olursanız. Bu içeçeği en güzel tarafı suyu içtikten sonra dibindeki zencefl ve hunnapları yeme kısmı. hem yarayışlı da. ..)) deneyen varsa youmunu yazssın..)

kaçışlar

Bi yazı okudum bugün, Mehmet Yılmaz'a ait köşede "Kaçabilmenin Tek Yolu" diye. İlgimi çekti, özellikle de Borges gibi ünlü bi gezgin-yazarın önsözünü yazdığı bir kitabın tanıtımını yapıyor olunca. Sonra baktım psikolojik bişeylerden bahsediyor, hoşuma gitti. Biraz dağınıkça ve parça pinçik bi yazı ama ben kırpıp birleştirerek aktarıyorum size:

"Adolfo Bioy Casares 'Morel'in Buluşu' isimli romanda, boş olduğunu düşündüğü bir adaya kaçan adamın macerasını anlatıyor."

E aşk da var tabi, ama kitaptaki ana mesaja hizmet edecek şekilde. Romanın önsözü Jorge Luis Borges'ten. Önsöz metni yer yer şarkı sözeriyle detekleniyor:

"Daha önce gelmiştim buraya/ Bilmem nasıl, ne vakit/ Kapının ardındaki çayırı tanıyrum/ O hoş buram buram kokuyu/ İç geçirişleri, kıyıyı çevreleyen ışıkları...
Romanı okuken kendi içsel kaçışlarımı düşündüm. Her seferinde bulunuğum yerde daha önce de bulnduğumu düşündürten kaçışlar. Kaçıp kurtulduğunu zannetiğin anda yine aynı koku, aynı ışık, aynı sefer!
Borges'in bir şiirini not etmiştim böyle zamanların birinde:
"Zaman beni sürükleyen bir nehir; ama nehir benim/ Beni paçalayan bir kaplan; ama kaplan benim/ Beni tüketen bir ateş; ama ateş benim."

Ne kadar da doğru değil mi, Borges'le dile dökülen, çırçıplak ortaya verilen gerçek? Kaçışlar... Nereye, kime kaçyoruz zaman zaman. Hepimiz -en azından kimliğinin kaygısında olup, yer yer kendini sorgulayanlar- kaçmak istemiyor muyuz bir yerlere. Bu nedenle değil mi "tebdil-i mekânda ferahlık var" sözüne bunca inanç. Bu nedenle değil mi, geziler, turlar, farklı kurslar, farklı işler, farklı diller, farklı dünyalar arayışı. Bunlar da birer kaçış ya da kendimize ilişkin bi şeyler bulma arayışı değil mi. Her bir değişimle dıştan bize açılan bi kapı bulma telaşı değil mi aslında. O kapıyı, kaybolmadan bulabilmeye değil mi çaba... onca yaralanış, sancı.. onca umut, heyecan, korku... onca aşk, dostluk vb vb. Hiçbiri boşa değil ya edimsel kaygılarımızın... Hepsi kendimize dönük çabalayışlar; nerde ve ne zaman olursa olsun. "Kafamızı ve yüreğimizi de beraberimizde götürdüğümüze göre başka yerde doğan başka güneşler aramak niye" diyordu bir filozof. Kabul, her şey "ben"imizde bitiyor ama; ben benle yolculuk etiğimiz her seferde başka yerler, başka dünyalar, başka hikâyeler bazen yönümüzü bulmaya yardımcıdır yine de..) Gerçek kaçabilmeler için değişmek gerekior, bu değişim de başka kişilikler, başka yaşamlarda eriyip tekrar biçim bulabilmekte... bence..)))

bak sen şu birkaç dizenin beni sürüklediği yere... çok pis felsefe yaparım..) -ne demekse-neyse efenim işte bele. sevgilerimle..)

25 Aralık 2008 Perşembe

ilk kar...

bugün okul dönüşü, buraya ilk kar düştü; en azından benim için yılın ilk karı düştü. Ankara'dan beridir kaçageldiğim ve hep beni birkaç gün farkla kaçıran kar sonunda yakaladı..) doğrusu sulu mulu yağdı derken pamuk pamuk bi kıvama gelmişti ki nemli iklime yenik düşerek çabuk terk etti burayı; ama eninde sonunda gelecek malum. İşte bu yüzden, unutmayalım diye ayazını bıraktı ardına. Bu mevsimde bu hava gene bile çok çok iyi velhasıl-ı kelam. Yine de bir an önce kış kışlığını yapsa da huzurdan çekilse. Ne idüğü belirsiz, arafta kalan durumlardan pek hoşlanmadığım için... hele bi de bir bahar çocuğu olduğum hesaba katılacak olursa, mevsim şaşıp da kış uzar diye endişeleniyorum..)

Ama biliyor musunuz, bugün o sulu vıcık vıcık yağmurun ardından sulu halde yağan kar lapa lapa yağmaya başlayınca ne heyecanlandım; beyaz güzel şey... Hayli çabuk kesildama ardından aydınlanan 15-20 dakikalık da olsa kendini gösteren aydınlık, ferah gökyüzü görülmee değerdi..))) ohhhh MİS gibi bahar kokusu geldi burnuma...

Şu an penceremin çaprazında kalan dağlara bakıyorum. Tepeler kara bulanmış, çevresi de puslu bulutlarla kaplanmış bu gizemli bir görüntü, öle de hızla hareket ediyorlar ki, klavyedeki tuşlardan kaldırıp da kafamı manzaraya her bakışımda başkalaşıyor gördüğüm sahne. Akşam inmede yavaştan yavaşa ve yamacımda kar şarkıları... ..)

ilk kar -kendini yeni yıla hazırayan doğa- hepimize dupduru bir mutluluk getirsin dilerim efenim..)

20 Aralık 2008 Cumartesi

sebze suyu


Efenim merhabalar!

Hayli uzun zaman oldu görüşmeyeli. Bayram yoğunluğu, tatlı buluşmalar arasında vakit bulamamam bi yana; ankara bu kez pek bi yordu beni. Burdan yorgun giden kafa ve beden ankara'nın soğuk havası ve bayram telaşı ile birleşince biraz bitap düşmüş olmalı ki hastalıkla uğraştım bi süre. Bütün bu aralarda derelerde 2 sinema, 1 tiyatro oyunu seyretme fırsatı yakalayabildiğim için mutluyum (bu konuya ilişkin bi iki değerlendirme cümlem olacak ki fırsat bulunca başka bi zaman yazmak istiyorum). Derken bayram bitimi bi balıkesir maceram oldu ki, fikren pek yoruldum..))) ama balıkesir'de düzenlenen türkiye çapındaki liseler arası judo ve kuraş şampiyonasından 3 madalya ile dönmek, türkiye 3.lüğünü artvin'e kazandıran öğrecilerimle gururlamak çok hoştu; her ne kadar ser sefil bir yolculuğun sersemliğiyle iki gündür kendime gelememiş olsam da.

Bugün size, tatilde öğrenip tattığım bir içecek tarifi vermek istiyorum. bu içeceğin bi adı yok, ben "sebze suyu" diyorum.

Bu içecek için gerekli sebzeler: birkaç tane beyaz lahana yaprağı / siyah pancar / havuç / kabuklarıyla birlikte elma dilimleri.

Bütün bu sebzeler, sıra gözetilmeksizin ve kişi sayısına göre oanları belirlenerek katı meyve sıkacağı ile sıkılır. ardından sıkılmış olan bütün sebze sularının karışması için, kabın içerisine çok az sıvı yağ katılıp karıştırılır ve bardaklara servis edilir.

Tadına gelince bence ilginç ama içilebilirdi. yani diyorum ki anlatılmaz tadılır. Herkese hitap eder mi bilmem ama, yılda sadece 7 gün boyunca 1'er bardaktan uygulandığında sağlık açısından kolestrol ve toksin atımında çok etkili bir kür olduğu söyleniyor diyet uzmanları ve doktorlarca..)

Afiyet olsun efenim..)

2 Aralık 2008 Salı

Kaldırım Serçesi

Hafta sonu "Kaldırım Serçesi" filmini izledim. Edith Piaf'ın hayatı üzerine kurulu biyografik bir filmdi. Doğrusu adını duyduğum, ama pek dinlemediğimi fikir sahibi olmadığım Fransız ses sanatçısı Edith Piaf, yaşam mücadelesi, çektiği sıkıntılara rağmen umursamaz direnişi çok etkiledi beni. Acılar içinde, sokaklarda geçen bir yaşam, acınası bi anne, ilgisiz bi baba, ilk gençlik, ilk annelik, menenjitten ölen 2 yaşında bir çocuk, kimsesizlik yalnızlık vb vb. sonra gençlik aşkı ile yıllar sonra, şöretten sonra bi buluşma ve alevlenen BÜYÜK BİR AŞK... ne acıdır ki:

"Hayatında en çok sevdiği erkek orta siklet dünya şampiyonu boksör Marcel Cerdan’dı. Cerdan başkasıyla evliydi, Fransa’da zaten tanınan bir insandı. Marcel Cerdan, Fransa dışındadır ve Édith Piaf, onu Fransa'ya gelmesi, onu çok özlediğini söylemek için arar. Ve Édith Piaf’la buluşmak üzere Ekim 1949’da Paris’ten New York’a uçarken uçağı düştü. Bu kazadan kurtulan olmamıştı.
Ertesi günün sabahında, Piaf bir halisünasyon görür. Cerdan'ın onun yanına geldiğini sanır ve ona aldığı hediye saati bulmak için evde dolanır. Evdeki bütün kişiler, sessizdir. Piaf'a Cerdan'ın öldüğünü haber verirler ve Piaf yıkılır. Bu olayın üzerine, morfin bağımlısı olur. Kendisini avutmak zorunda kalır."


Bütün bu yaşanmışlıkların ardından içki bağımlısı, rahat vurdum duymaz ve yaşama-ölüme kafa tutan bir duruş, kazandığı sıkı dostluklar, ağrılar, ama her daim şarkı söyemeye ve sahneye tutku, bitmez bi TUTKU... ve 1963 karaciğer kanseri ile sancılı bir ölüm...

"Katolik Kilisesi Paris Başpiskoposu –sürdüğü hayat nedeniyle- Édith Piaf’ın cenaze törenini yapmayı reddetti. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken on binlerce hayranı korteje katıldı. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000’i geçti.
Ünlü şarkıcı Charles Aznavour, Édith Piaf’ın cenaze törenini anlatırken “İkinci Dünya Savaşı sona ereli beri bütün Paris’in trafiğini tamamen kilitleyen başka bir olay yoktur.” dedi.


Filme gelince:
Öyle çok hareketli bir film değildi, durağan sayılabilecek; ancak, gel-gitlerle, iç zamanlarla karmaşıklaşan kısmen yorucu bir seyri vardı. Fakat kurgunun bu şekli sıradanlığın dışına çıktığı için güzeldi bence. Böylece seyirciyi de sıradanlıktan çıkarıyor ya da sıradan seyirciyi eleyici bir manzara sunuyordu. Ayrıcayer yer -tam da doğru yerlerde- dile gelen özlü sözler, yaşama dair felsefik cümleler etkileyici idi. Bütün bunlar bi yana filmin en güzel tarafı, tam bir müzik ziyafeti olması idi, Edith Piaf'ın güçlü sesinden... Tek kelime ile muhteşemdi..))) Velhasıl-ı kelam seyretmeye değer biyografik bir film. Meraklısına..)

http://www.vidivodo.com/116603/edith-piaf-mon-dieu-1961

"Non Je Ne Regrette Rien" ve "Padam Padam"ı da dinlemenizi öneririm. eFEM iyi dinlemeler..)

1 Aralık 2008 Pazartesi

adını siz koyun!

Efenim merhabalar. Bugün de bir tatlı tarifi ile karşınızdayım.

Öncelikle hamurundan şerbetine, her adımında -tarif takibi ile- benim ilk şerbetli tatlım olması hasebiyle önemli, üstelik pek de lezzetli..) Sonracıma ööle ağır da değil; hindistan cevizi biraz yoğun o kadar..)))

Tarifi bana veren arkadaşım annesinden isimsiz aldığı için aynı adsızlıkla bana taşıdı -teşkür komşum..)-, ben de bi isim koyma gereği görmedim açıkçası.. bazen bi şeyin anlamı, -başka bi deyişle- insan zihninde bıraktıĞı tadı adı aşar ya, işte öle...

Neyse efenim, ben aldım tarifi giriştim yapmaya. Tabii ki bu arada galeta ununu hızır gibi bi telaş yetiştirip vaktine erdirmeme destek çıkan arkadaşımın hakkını da yememek gerek -teşkür bülbül..)-

Tarife gelince hemen sağ tarafa da başka bi profil vereyim en lezzetlisinden -e doğru sunum, pazarlamanın önemli yapı taşı ..)-

hamuru: 1 su bard. galeta unu/ 1 su bard. veya daha az şeker/ 1 su bard. svı yağ/ 3 yumurta/ 1 su bard. ceviz ya da fınfıkk parçaları/ 1 su bard. hindistan cevizi/ 1 paket kabartma tozu/ 1 miktar limon kabuğu-böylece vanilyaya gerek kalmıyo-/

şerbeti:2 su bard. su/ 2 su bard. şeker/ yarım limon suyu

bİRİ soğuk iken diğeri sıcak olacak pasta ile şerbetin. AFİYET OLSUN EFENİM..)