24 Şubat 2009 Salı

Avatar

Bu aralar fena halde "Avatar"a sardırmış durumdayım. Bulduğum her müsait boşlukta işlerimi ve kafamdaki planlarımı halledip geçiyorum başına. Çok daha önceden başlayıp şimdi yeniden hız aldığım bu çizgi dizide -ki a çizgi film deyip geçmeyin- çok başarılı bir kurgu var. Şamanistik ögelere, mistik olgulara meraklı olanlrın kesinlikle seyretmesini tavsiye ederim. insanın kendini bulma yolculuğunda çözüm değil ama irili ufaklı ipuçları da bulabiliceği derinlikte bir Japon çizgi filmi. Budizmin de özünde yatan -uygulamada farklı ama özde bizim bildiğimiz anlayışla aynı-tasavvufî bakışı görmek, büyüyen bedendeğil abüyüyen yüreği ve kafayı adım adım takip etmek çok güzel. Çizimler hiç de fena değil; ama gözünüze hoş elmesi için öncelikle takipçisi olmanız gerek, alışmak yani..)
efenim, zevkler ve renkler diyorum... meraklısı ve seyirlik yeni bi şeyler denemeye açık olanlarınıza duyurulur..))) mesuliyet kabul etmem, reklam ve pazarlama idi benim işim o kadder..)))

dostluk

çok da anlamı olmayan, sıradandan farksız kimi günleri anlamlı kılacak dostları olmalı insanın... yakın uzak mesafelerden; belki en dibinden belki en bilinmeyenden -kim bilir belki unutulup köşede kalmışlardan, raflarda saklanmışlardan- ta içine kadar ulaşabilen...
desenize o zaman, -nice kazık yemiş olsam da, geçmişteki onlara rağmen- ne mutlu bana..)
dilerim her daim dostlukla kalın sevgili dostlarım, dost saydıklarım...

22 Şubat 2009 Pazar

başlığa ne hacet...

"Ben dostlarımı
ne kalbimle, ne de aklımla severim...
Olur ya...
Kalp durur...
Akıl unutur...
Ben dostlarımı
ruhumla severim...
O, ne durur... Ne de unutur..."
Celaleddini Rumi

19 Şubat 2009 Perşembe

18 mart'a yaklaşmışken

Anadan Şehide Son Veda

Oğul;
Sen giderken,
Ardından baktığım oğul,
Seni gözledim,
Doğduğundan beri yaptığım gibi,
Sni izledim,
Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul,
Ayağına aş değerse, bağrım yanar oğul,
Kıyamadım gülü ellemene,
Dikeni vardır diye,
Canımdan can, kanımdan kan ğul,
Ama,
Ama
Bugün git oğu, Yluna git,
Şu İslam toprağınıı gavur alacaksa,
Ezanların ssacaksa,
El, kemendini boynuna atacaksa,
Çiğnenecekse şehit atanın mezarı,
Git oğul,
Git...
Bilesin ki Resul önündedir.
Bilesin ki melekler ardındadır.
Bilesin ki dualarım semâdadır.
Bilesin ki yolun Alah'adır.
Düşte gördüm oğul,
Bize artık vuslat,
Mahşerden sonrayadır.

Ayşegül Aygün'ün şiiri, nette tarar, arar ve de gecenin körüne kadar göz patlatırken denk geldik. Efenim hazır 18 Mart da yaklaşır iken pek bi duygulu buldum da hûşuya geldim sizle de paylaşayım istedim..))) Demir Demirkan'dan da enstrümental de bi ( 2.34 dakkalık bi intro-bende adsız kayıtlı da-) fon ayarlamışız ki sormayın, dinlemeye değer..)))

14 Şubat 2009 Cumartesi

artık?

'artık'ları siliyorum sözlüğümden... ne yeter artıklara yer var bünyemde, ne de atık manalı artıklara... geçmişten kalan son kırıntılı atıklarımı da bir torbaya koyup savuruverdim şimdi..) 'yeter ya'ları da taktım peşine gittiler, dilerim gelmemecesine..)
'artık şöyle yapyorum' yerine, 'şimdi böyle yapıyorum' demek çok daha iyi gelecek biliyorum. nasıl mı?.. biliyorum işte..) sevgilerimle...

13 Şubat 2009 Cuma

Hesaplı yaşam?

"Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması dşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık. Sözlerimizin, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçları, kuşkusuz ileride yaşayacağımız günlere, hatta bizim bu sonuçları doğrulamak, kendimizi kutlamak ya da özr dilemek için artık bu dünyada bulunmayacağımız günlere göreceli olarak düzgün ve dengeli biçimde dağılır..." (Jose Saramago -Körlük- adlı romanından)
Velhasıl-ı kelam bu dünya, deneme yanılma tahtasıdır. Yaşamı kendimizce anlamlı kılmak, istediğimiz yere taşımak için hedefler belirler, kimi zamanda kendini getiren hedefleri değerlendiririz. Deneriz, sınar ve sınanırız belki de. Hep hesaplı kitaplı yaşanmıyor anlayacağınız. Bu sırada da kimi birbirinin aynı görünmesine rağmen bi o kadar da farklı cereyan eden olay ve durumlara çareler ararız. Çareler için adım atmak gerekir ve yazık ki her adım doğruyu yakalayamayabilir; bazen bile bile, bazen beklenti dışı gelişir meseleler. Sözün özü; tedbiri elden bırakmamak önemli kesinlikle ama durduğumuz yerden de seyreylemek akıl kârı değil dünyayı...
bu arada sayın Mr, ayağınızı denk alınız, görüyorsunuz ki ben iflah olmam..))))

Hoşgeldin modemim, internetim..)

Amanın da amanın sevgili internetim, nerelerde imiş de gelmiş... Efenim iki gündür internetim gitti, önce genel bkesinti diye üstünde durmaz iken birden mevzuu kişiselleşince derde düştüm geç vakit. Neyse ki imdada yetişecek sevgili arkadaşlarım vardı da ..) rahat rahat mızıldandım onlara. Derken yeni erdim netime, modemime. Ne kadar da alışmışız bilgiye hızlı kavuşmaya... eve gelir gelmez ilk fırsat bikaç alışıldık yeri ziyaret etmeye, hele de blog sayfamı açmaya... fena alıştık biz insanlar böle oturduğumuz yerden teknolojinin sağladığı rahata. Dedim ki elimiz kolumuz olmuş nerdeyse, sanki onunla mı doğmuşuz...

Dün, kaç gündür stresim bana yetmez gibi bi de keklenmişim ki en güzelinden, Nİsan 1 öncesinden sormayın... işin kötüsü bi de inanmışım harbi harbi, fena sıkılmış canım.. yooo, olmaz, güldürmem kendime, onu burdan dillendirmicemmmmmm ..)))

11 Şubat 2009 Çarşamba

bir toplantıdan kalanlar

Bir salon dolusu dinleyici.. bir konuşmacı.. daha toplantı başında uyumaya başlayanlar-gözü açık ya da alenen kapalı-, mesajlaşanlar, tavana ya da projeksiyondan yansıyıp kitlenip kalmış masaüstü görüntüsüne odaklanıp kalanlar, giriş kapısının ardında çaktırmadan birbirini fotoğraflaya başlayan -toplantıyı kayıt altına almakla vazifelendirilmiş olan- görevliler, toplantı ilerledikçe kalabalığı yararak tuvalete gidip gelen sıkıntılı tipler...
"aksisini idiia (burada 'e'yi yayarak ve ezerek çıkarmak elzem)etmek olduğu noktasında değiliz... araç ve gereç noktasında olan geldiğimiz noktadaki gibi... işlediğimizi bildiğnizi bildirdiğinizde... önlemler noktasında alacağınız çalışmalarda plan (yalnız 'la'ya inceltme verilmiyor, olabildiğince düz ve lap diye telaffuz ediliyor)..."
diye devam eden ve bi türlü noktaya eremeyen, eremedikçe amacından sapan bi yığın cümle... kim mi bu? yani, işte... sayın birisi...

6 Şubat 2009 Cuma

Büyüksün Kanuni !...

Kanuni, Osmanlı Padişahları arasında zekası ve otoritesini doğru kullanma becerisi ile takdir ettiğim bir padişahtır -dönem koşulları içindeki kimi yaptrımları tartışılabilir o ayrı-. Hani boşa koca Kanuni, Muhteşem Kanuni olmamış. Nitekim geçenlerde e-postama gelen bi slayt hikâye bir kere daha hatırlattı bunu, pek bi hoşuma gitti; sizlerle de paylaşmadan edemedim. Artık bööle lafı oturtup -büyük bir zerafetle ve ardından korkulu hesaplar olmaksızın- kapağı kapatma lüks ve gücüne sahip değiliz uluslarası arenada.... keşke... nerde... (ööle davos gibi gazı bol hareketlerden fazlasını kastediyorum tabii ki)

Neyse efenim kaçmadan siyasete geçelim hikâyeye:
Bir gün, İran Şah'ından Kanuni'ye bir hediye gelir. Açılan küçük sandığın içinden yığınla değerli mücevher çıkar, ki göz alıcı ve görülmeye değer parçalardır. Fakat işin ilginci, kutunun açılması ile ortalığa yayılan kötü kokudur. Mücevherleri kaldırdıklarında kokunun onların altına zemin yapılmış insan dışkısını görürler. Bunu gören Kanuni, Şah İsmail'in kendisine meydan okuyan mesajını alır ve der ki civarında bulunan divan üyelerine "herkes iyice bir düşünsün Şah İsmail'e cevaben gönderilecek hedyeyi." Sonra kendi bulur en uygun cevabı ve sandıklar dolusu ipekli kumaşlar ve mücevherat yollar Şah İsmail'e. Hediyeler Şah İsmail'in huzurunda açılır ve açılır açılmaz göz alıcı hediyelerle birlikte mis gibi de bir koku sarar ortalığı. Bakarlar ki sandıktaki hediyelerin içinde gül kokulu lokumlar... hemen Şah İsmail'in gurmeleri, vezirleri tadar önce. Zararsızlığına kanaat getirince de elçi eşliğinde, Şah İsmail'in ardından salondaki herkese ikram edilir. Lokumlar afiyetle yenir iken de elçi Kanuni'den gelen pusulayı uzatır Şah İsmail'e. Pusulada şu cümle yazılıdır: "İSMAİL, HERKES YEDİĞİNDEN İKRAM EDER!"

diz üstüysem diz üstülüğümü bilin canım..

Bugün bilgisayar kullanımına ilişkin tecrübe ile sabitlenmiş bi şey öğrendim hemen paylaşayım sizinle. Diz üstü bilgisayarınızı çalışır halde iken kısa veya uzun süreli sıcak ya da soğuk bir zemin üzerine koymayınız -bu yer evinizin betonu bile olsa-. Açtığınızda size cevap veremeyebilir. Hani halı gibi tüylü toz çekici yerlere koymamanın gerekliliğini biliyordum ama bu benim için yeni bi bilgi oldu. demek ki neymiş, DİZ ÜSTÜYSE DİZ ÜSTÜNDE TAŞIYCEKMİŞİZ" Yazık ki diz üstü bilgisayarları hem kullanım hem taşımak adına hayli avantajlı ama masa üstü bilgisayarını aratuyor bööle bazen. Şimdi senin bilg. çökmemiş, kendinden geçmemiş olsa idi hemen yazardın, yazmak isterdin en azından kardişim baranım... dedim ki, bari ben destek çıkayım da duyurayım bu önemli bilgiyi cümle aleme: geçmiş olsun canım yaf.. Ben de koca bardak suyun yarısını yanlışlıkla bilgisayarıma boca edince ve sonra da gerekli süre geçmeden çalıştırmak gafletinde bulununca harap olmuştum ama sonra kendine gelmişti. Dilerim seninki de döner hayata.. ..)))

5 Şubat 2009 Perşembe

Güz Sancısı

eVETTT efenim bugün de, geçenlerde gittiğim -ki köyden indim şehire modunda fırsatları kaçırmamak derdindeyim ya..)- Güz Sancısı sinema filmi üzerine bikaç söz söyleyesim geldi. Filme dair iyiydi kötüydü ile dolu karman çorman bi sürü önyargı oluşturucu yorumlarla gitim; ama tarafsız bir ilk seyirci olarak girdim içeri. Ne de olsa siyasi bi boyutu vardı filmin ve olumlulama ya da olumsuzlamada bu bakışın da basit etkisi olmuş olabilirdi. Oyuncular başarılı isimlerdi -beren saatçi'yi bu grubun dışında bırakıyorum-, fragmanlardan anladığım kadarıyla da dekor güzeldi falan falan. Film başladı, komedi sever arkadaşım beğenmiş görünyordu bu biraz rahatlattı beni; çünkü onu ben sürüklemiştim bu filme ve hayli yeknasak bi renk tonu ile öyle bi vurgu(suzluk)da ilerliyordu film.
Önce sağ sol davası gibi başladı film, ardından film ortayı bulduğunda anlaşılıyordu ki bu türk-rum çekişmesi imiş; hani şu, rumların dışlandığı eşyaların yağmaya maruz kaldığı dönem.
filmde -hakkını yiyemem- mekan çok güzel düzenlenmiş, dönemin ruhunu ve rengini yansıtmada büyük başarı kaydedilmişti. Keza kostümlerde de aynı gerçeklik söz konusu idi; plaj sahnesi de dahil olmak üzere.
Oyunculuğa gelince; bunca tanıdık isme daha başarılı bir performans beklerdim o olmadı. Ben özellikle okan yalabık, tuncer kurtiz, kenan bal ve ilker aksum'u oyunun ruhunu vermeleri adına başarılı buldum. Her zaman komik ve şaşkın rollerin adamı olan ilker aksum'u kötü katil soğukkanlılığında görmek başarılı bi oyuncu olduğuna kanaatimi pekiştirdi. Her zaman beğendiğim murat yıldırım ise, başlarda tutuktu ama daha sonra rolünün içine girmiş hissini verdi bana.
Konuya gelince; seçilen konu, dönemin siyasi çirkinliği içinde yaşanan direngen bi aşktı. Açıkçası beklenen sonla bitmemesi, filmin pembe dizi dışında bi bakışı yakalaması adına güzeldi. Fakat filmdeki siyasi fon belirsiz-bulanıktı daha iyi işlenebilirdi. Kaldı ki aşk da havada kaldı bi parça. Hani filmin genelinde -konu akışı bakımından- nedense bi telaş vardı; biraz ondan biraz şundan şimdi şunu da sıkıştıralım gibi bi eda. Bu, filmdeki genelindeki durgun akışa rağmen izleyeni yoruyordu-en azından beni yordu-.
Diyceksiniz ki, yani gittin pişman mısınn? Sonuna kadar kaldın mı? Tabii ki efenim kalmam mı, yoksa laf etmeye hakkım mı olurdu. Pişmanlığa gelince, kesinlikle değilim, bunca bahsi geçti milletin kişisel yargısıyla oturmak beni rahatsız edecekti. e bi de merak tabi..)
Sözün özü, zaman kaybı değildi kesinlikle, sadece daha iyisini ummaktı benimkisi..)

4 Şubat 2009 Çarşamba

Sokrates'in Son Gecesi

Efenim, biçoğunuzun bildiği üzere ünlü düşünürler, aydınlar , büyük mutasavvıflar ööle normal yollardan terk eylemezler dünyayı. Yani otoriteler izin vermez buna, en azından geçmiş bunun örnekleriyle dolu. işte bu idam mahkumları kervanındakilerden biri de Sokrates'tir. Malumunuz hücresinde baldıran zehri verilerek öldrülecektir. Meşhur replik ya da son sözlerinden biri de karısıyla ölmeden önce yaptığı son konuşmada cereyan edecek ve dilden dile yayılacaktır. Şöyle ki efenim; Sokrates'in karısı son gün Sokrates'i ziyarete, hapsedildiği yere gelir ve sözlerinden dönüp kilisenin dediklerini kabul ederek ölümden kurtulması, kendisini ve 3 çocuğunu ortada koymaması için yalvarıp yakarır; ama çabası nafiledir. Sokrates asla düşüncesinden dönüp Atinalıların ve kilisenin ekmeğine yağ sürmeyecektir. Üstelik verdiği bunca savaşın ne anlamı kalacaktır o zaman. Karısı bunu anladığını söyler Sokrates'e; ama "suçsuz / haksız yere ölüme götürüyorlar seni buna nasıl razı gelirim ya da nasıl razı gelirsin?" demekten de kendini almamaz. Bunun üzerine Sokrates meşhur son sözünü sarf eder: "haklı olsalardı daha mı iyiydi?"
Nerden mi geldi şimdi merhum Sokrates. Efenim bu öykü ezeli hoşuma gider idi. Geçen gün rehberden tiyatro oyunlarını tararken İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Ankara'yı bu oyunla ziyaret edeceği haberini okudum ve balkon kıyı mıyı demeden kalan son iki yere talip oldum. Onun seyrinden sonradır ki oyuna ve Sokrates'e ilişkin de bi şeyler yazmak istedim; meraklılarına. Oyunun adı "Sokrates'in Son Gecesi".
Oyunculara gelince 3 kişilik hayli sağlam bi kadro: Melek Baykal, Mehmet Ali Kaptanlar, Mustafa Uğurlu.
Oyunumuz tek perde, 1.5 saat.
Dekor: üzerinde belli aralıklarda deliklerden oluşan bir zemin ve takıp çıkarılarak yerleri değiştirilebilir metal uzun kalın borular
kostüm: kaliteli akışkan kumaşlardan roma kıyafetleri ferace havasında ama kaliteli. Renk seçimi solgun; fakat vurgu ışıklarla sağlanmıştı

Genel hatları ile kurgu da oyunculuk da çok güzeldi. gardiyan ile Sokrates'in yer değiştirip sonra bir olduğu kısım da çok güzel somutlanmıştı: "aydınlanma". Oyunda biçok gönderme vardı; insanlığa, demokrasiye vb vb ama beni en çok etkileyen replik, Sokrates'in karısı rolündeki Melek Baykal'ın repliği (+oyunculuğu) idi: "insanın hayvandan farkı diyorsunuz, düşünmektir. peki niçin birbirinize düşüyorsunuz. hiçbir kurt kurda saldırmaz ya da hiçbir yılan başka bir yılanı sokmaz. yani insan ırkının yaptığını hiçbir hayvan hemcinsine yapmaz... herkes barışın peşinde ama savaş yüzyıllardır bitmiyor, neden? çünkü özgürlük için esir ediyor, barış için savaşıyoruz! nereye kadar? yeter artık, yeter!"

1 Şubat 2009 Pazar

ben kimim? ;)

"Az mıyım çok muyum?
Var mıyım yok muyum?
Ben neyim?
Masal mıyım gerçek miyim?
Kaç mıyım göç müyüm?
Hiç miyim suç muyum?
Ben kimim?
İbret miyim cinnet miyim?
Hiçlikler içinde kanayan yürek
Yokluklar içinde savaşan beden
Boşluklar içinde karışan zihin
Güçlükler içinde değil miyim?
Yoksa... Yoksa...
Her ihanete akıl erdiren
Her cehalete kılıf uyduran,
Her esarete fiyat biçtiren
Sen değil de ben miyim?
Geçimsizim bugünlerde
Kimsesizim bu yerlerde
Değersizim bu ellerde
Çaresizim doğduğum yerde
Gölgesizim her gün her yerde
Ses miyim sus muyum
Sis miyim pus muyum
Ben neyim
Deha mıyım Heba mıyım
Ak mıyım pak mıyım
Al mıyım Sat mıyım
Ben kimim
Yarar mıyım ziyan mıyım
Yalanlar içinde doğruyu bulan
Cayanlar içinde sözünde duran
Satanlar içinde ayak direyen
Yananlar içinde değil miyim
Her adalete duvar ördüren
Her cesarete kilit vurduran
Her asalete boyun eğdiren
Sen değil de ben miyim"

Efenim bugünlerde sıklıkla döndürüp dinlediğim bi müzik parçası ki -candan erçetin'e aidiyeti de ayrıca etkili kılıyor kendisini-. Bunca kirlenmiş, herkesin mırlandığı bi hayatta şikayetlenmenin ötesinde bi haykırış olması hoşuma gidiyor sanırım. Evet biraz karamsarca bi şarkı ama, en azından, kim olduğunu ve hayatın neresinde durduğunu hala sorgulama çabasında olan, belki cevaplarını bulmuş ama bulduğu yollara bi daha göz gezdirmek isteyenler için.. Sadece bireysel çırpınışlarımız, aşk sancılarımız falandan ibaret bi şarkı değil daha nice ve nice mevzuua dokunuşu dokunuyo bana..)))
Bu şarkıyı bana yollayıp ilk tanışıklığıma vesile arkadişime sevgilerimle..)

beni bir kar tanesi vurdu

"beni bir kar tanesi vurdu"... insanda romantik çağrışımlar yapan bir ifade değil mi, yarı hüzünlü.. Oysa bir Türk iseniz başka çağrışımları da oluyor bu repliğin. Evet replik diyorum; çünkü bi tiyatro oyunundan alınma; hem de tarihi bir tiyatro oyunundan -Sarıkamış konulu-. Bugün trt2 de denk geldiğim ortasından yakaladığım bir oyundu. Devlet tiyatrolarından ziyade daha amatörce bi yapımdı anladığım kadarıyla. Dekor güzeldi, konunun işlenişi de fena değildi. Özellikle karda donasıya kadar geçen süreci konu alan farazî bir oyundu. Sıcak bir tiyatro sahnesinde donma taklidi yapmak kolay değildir, takdir edersiniz ki. Bu oyun bana, yakın zamanda izlediğim 120 sinema filmini anımsattı. Hani Cansel Elçin, Özge Özberk, Burak Sergen gibi ünlü isimlerin oynadığı... Oyunculuk iyi idi genel anlamda, -ki özellikle oyunculuğunu çok beğendiğim- Burak Sergen'i ayrıca başarılı buldum; ancak senaryoda bi yavanlık vardı. Filmi izlesdikten sonra Van'dan Kars'a yardım için karlı yola çıkarak ölüme sürüklenen 120 çocuğa üzülüp kasılmanın dışında hiçbir şey kalmıyordu elinizde. Onca adam, onca zengin milliyetçi bi duruş ama bu kadar duygusu az bi film... şaşırtıcı idi. Film sonunda hissettiğiniz o derin üzüntü de konuyu bilen seyircinin kendinden kaynaklanıyordu ki senaryo ya da kurguların pek bi katkısı olmamıştı. Şimdi bu açıdan bakınca amatörce oynanan -belki de üniversitellilerin bi oyunu olan- "Beni Bir Kar Tanesi Vurdu" oyununu bi kazanım olarak görüyor insan. Neyse efem hani denk gelirseniz, basit ama gayretli bu oyunu siz de seyredersiniz.