20 Nisan 2009 Pazartesi

bahar..)

Bulana ışıldaya kendini bırakan ve devinimlerini her biri köpükte daha da şiddetlendiren çoruh... Diyorum ki coşkudur bu, baharın coşkusu.
Ardından duru ve bir o kadar aydınlık gökyüzünün özgürlüğe çağıran görüntüsü. Kuşları da böyle çağırıyor demek ki gök mavisi, tatlı bir esinti ile kayarken atmosferde. Bu arada biz de nasipleniyoruz tabii ki bu manzaradan.
Sonra bakıp bu manzaraya, bir iki sözcük dökülüyor dilimden: çoşku ve özgürlük hissi = bahar ..) Bahar, bir gelip bir kaybolma, birinde karar kılıp da, gel artık! Tam tamına gel ki, al şu üstümüzdeki negatif enerjiyi ve bedensel ezikliği..)
Sevgili bahar, içimde bi yerlerdesin çıktın çıkacaksın. Biliyorum..)

18 Nisan 2009 Cumartesi

bir roman düştü gönlüme...

"Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme: Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret edemedim. Dilim lal oldu, kalemimin ucu kör. Kırk fırın ekmek yemeye yolladım kendimi. ünyayı dolaştım. İnsanlar tanıdım, hikâyeler topladım. Üzerinden çok bahar geçti. Fırınlarda ekmek kalmadı; ben hâlâ ham, hâlâ aşkta bir çocuk gibi toy...
'Hâmûş' derdi Mevlânâ kendine. Yani 'Suskun'. Düşündün mü hiç bir şair, hem de nâmı dünyayı sarmış bir şairin, yani işi gücü, varlığı, imliği ve hatta soluduğu hava bile elimelerden müteşekkil olan ve elli binden fazla muhteşem dizeye imza atmış bir insanın, nasıl oup da kendine SUSKUN adını verdiğini...?"

İşte bu satırlarla özetliyor kitap kendini arka kapağında; kendi içinden çekilip seçilen cümlelerle. Kitabın adı "AŞK", Elif Şafak'ın son romanı. Kendisi -her ne kadar adı başka meseleler içinde anılmış, başka yaftalar yakıştırılmış olsa da- tasavvuf felsefesi üzerine gerçek bir incelemecidir. Nitekim yüksek lisans tezini de bu minval üzerinde sunmuş bir yazardır.

Demem o ki, bundan çok kısa bir zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme: Aşk.

Bu kitapta klişe bir aşkın tekrarını görmeyi bekleyenler varsa ya da bedenden ibaret günümüz aşklarına takılıp kalanlarınız.. boşuna beklemeyiniz. Emin olun ki aşkı bulan, bulduğunu sanan veya aşkın tanımını arayanlar, yani herkes bir şeyler bulacak bu kitaptan; hatta belki daha fazlasını kendi kişisel yolculuğu adına. Hem -aslında- yeni bir şey söylemeden hem de çok ama çok şey nasıl söylenir diyorsanız, bence bu kitabı keslikle okumalısınız. Mevlana ile Şems arasındaki aşkı dillendiren gerçek bir hikâyeden yola çıkarak rivayetlerin de ışığında ciddi okumalar sonrasında sadece kendi aşk tanımına değil evrenseli yakalayan tanımıyla anlatıyor bize Elif Şafak aşkı... modern yaşamla geçmişin alaşımında. Zekice bir kurgu, derinlemesine oluşturulmuş neredeyse canlı kılınmış karakterler ve sürükleyiciliğini daim kılan ritmiyle...

Efenim daha fazla söze ne gerek, özünün derdiyle özü arayanlara ..) Meraklısına iyi okumalar.

16 Nisan 2009 Perşembe

uyanan doğada muratlı


Muhteşem bir güneş, yakıcı ama dışarı çıkar çıkmaz da aldatıcılığı ile bize oyuna getirdiğine memnun bir halde rüzgarıyla üfürüp üşüten hava. Bu aralar geçiş bir türlü gerçekleşmediği için gel-git akıllı bir havayla muhattabız. Ama güzel havaları kaçırmamak gerek, kıyıdan köşeden faydalanmak lazım ışıktan, ısıdan ve bahar kokusundan. Arkadaş ziyareti maksatlı çıkılmış bir yolculuk bahanesi ile yıllar sonra bir kere daha ziyaret etmiş oldum Muratlı Köyünü. Vakt-i zamanında renkli taşlar toplayarak baraj nedeniyle sadece minaresinin ucu görünen camiyi merakla izlediğim yerlerden geçtik yine. Anılarım canlandı; her şeye şaşkın bakışım, buranın baharına ilk şahit oluşum, yeşile toprağa kimi yerleri çamura çalan doğa... Şimdi aşina gözlerle bakmak, bi parça buralı olmak duygusu hem iyi hem tuhaf hissettirdi bana beni.. Sonra meşhur ve korumaya alınan Muratlı Camii'ne bi göz atık geçer iken. Meydandaki havuzvari yer onarılmmış, az biraz çeki düzen verilmişti çevresine de. Oysa ilk gelişimde ne kadar da köhne ve kapalı hava yüzünden ürkütücü gelmişti burası. Sanki bi tek cami vardı görülmeye değer başka bi şeyi yoktu. Tabi o zaman hazırlıksız gelip de çekemeim bu tarihÎ yapıyı çekmeye yeltendim. Çektim de kısmen dışarıdan ama gelin görün ki içini ve özellikle de kemerlerden birinde yer alan gemi motifini çekmek telaşıma karşılık bulamadan, bi asker; "çekmeyiniz lütfen çekmeyiiz!" diye seslenmez mi dşarıdan. Neye uğradığımızı anlayamadan çıktık geri. Baktık ki dışarıda köylü halktan küçük bir grup toplaşmış? Ben "noluyo, herkesin bilip bizim bilmediğimiz ne var ki?! Bizden mi askerden mi yanalar?" diye düşünür iken asker girdi devreye. Bir neden sunmadı ama yandaki jandarmadan uyarmış komutanı. Hayde dedik, der demez de caminin imamı büyük bir şaşkınlıkla yetişti yanımıza ve kibarca aldı bizi içeriye. Biz de böylece anladık ki, meğerse bizi kollmaya durumu anlamaya gelmiş köylüden -dışarıdaki- bikaç kişi. Sonra herkes olağan seyrine döndü yaşantısının ve öğle rehavetinin. Onlar döndüler, biz de içeri girdik ama fotoğraflamak uygun düşmedi özellikle imamın bu kibarlığına karşılık. Bu nedenle 1262 tarihli meşhur küçük ahşap camiin kapısını sunabileceğim ancak size. Oysa rengarenk boyalı iç ahşap döşemelerini, tavanlara kadar süslemelerini, yer yer oymalı kakmalı küçük kenar süslerini ve en çok da -Osmanlı cami mimarisinde pek rastlanmayacak cinsten bir figür olan- yelkenli korsan / savaş gemisi motifini göztermeyi isterdim.

A bu mu, yok camii ile bağı yok; sadece zamanda oranın ileri gelenlerşnden birinin yapmış olduğu otatik bi evceğiz. Hala ara ara gelip canlı tutuyorlarmış evlerini..) Pek bi hoş geldi ve buranın yöresel özelliklerini de taşıması hasebiyle çeip de bloguma da koyuvereym dedim efenim.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Selam sana çocuk!

Sonunda blogumla ilgilenmeye fırsat bulabildim. Efenim olağan cumartesilerden birindeyiz; fakat olağan bahara bir türlü adım atamamanın verdiği sancılarla gerek zihnimiz gerek bedenimizde yansımalarını buluyor hava; bir hasizlik, iç enerjiye rağmen ona yetişmekte zorluk çeken kafa ve vücut... birtakım sızlamalar, gerinmek ve laktik asit atımı için an kollayan kollar ve butlar..))) Bi türlü gelmeyince bahar e nomal olarak bi öyle bi böyleyiz biz insanoğlu da..
İşte güzel ve zun süreli bir dost kahvaltının ardından işlerimi erteleyip kendime zaman çalmanın kararı ile müzik eşliğinde uzanırken kitabıma, gözüm dışarıdaki çoçuklara ilişti. Karşı yolda, dar sokak aralıklarının kısmen sağladığı düzlükte oynamaya dalmış kendince kovalamaca, savaş oyunu oynayıp oradan oraya atlamalarına daldı gözüm. Nasıl da şendiler, soğuk moğuk dinlemiyor, incecik penyeleri ile keyfediyorlardı.. "ne güzel" dedim... Sonra baktım çocuklardan biri, bize kısmen uzak olan karşı yoldaki oyundan ayılıp bi cephesi bize dönük oan koca kamyonun ardına saklanırcasına dikiliverdi. Sandım ki saklanbaç oynamaktalar, oyun değişti. Yok öyle de değil, çocuk şaşkın ve aranan ürkek bakışlarla bikaç telaşlı bakış fırlattı sağına soluna ve kamyonun tekerini ıslatan hamlesini gerçekleştirdi.... anaaa... Bense pencereden şaşkın, yarı tebessümle bakakaldım ardından. Mahalle kültürünü yaşatmanın bin türlü şekli varken diplerinde evleri ola ola niye her yere tuvalet muaelesi yapar insanoğlu da köpekler gibi ağaç dibi kollamaktan çekinmez bilmem. Biter mi, dahası var. Oyun arkadaşalarından birinin de bakışı ve yolu düştü oraya, dedim görünce çekinecek, çaktırmazdan devam edecek herhal. Anaaa! yok, ne gezer ikincisi hatta bir üçüncüsü daha hal-i hazırda dikilivermesin mi ilk çocuğun yanına. Hayde dedim, alışılmış bir sahne ve ritüel ki gayet olağan seyrinde gerçekleştirdiler eylemlerini..))
Önce, çocuksu-özgür yanlarından ötürü tebessüm ve şaşkınlıkla karşıladığım bu durum, sosyoljik açıdan bakınca görsel olarak can sıkıcı geldi; ama sonra başka bir bakış belirdi zihnimde ve dedim ki içimden "Biz insanlar nasıl da bildiğimizden ibaretiz. Öyle ya, çocuk da gelip sağına soluna bakmayı yeterli gördü kendince. Oysa bulunduğu yer itibarıyle bir de arka cephesi vardı; bir boy, kat kat pencerelerden oluşan bir apartman. Arkası dönük olmak ve arkayı görmemek, görülmemeyi de getirirmiş gibi nasıl da çocuk aklı ve fütursuzluğuyla attı adımını..)))))) işte biz de bu yüzden bildiğimizden ibaretiz. Fazladan bir bakış açısı için geniş bir ufuk gerek bize. Bu geniş ufuk için ise bol okumak, bol görmek, bol değerlendirmek gerek... ki bu da çocukluktan uzaklaşıp büyümek demek, dolarak ve bilerek. Bu da gerçeklerle er buluşmak, gittikçe mutsuzlaşmak demek... Ama bir kere sormuşsanız kendinize kendinizi, sorumlu hissediyorsanız yaşamdan ve yaşamınızdan kendinizi, riske değer ve geri dönülmez bir savaştasınız demektir.
İçindeki çocuğu koruyan nice -mutlu- savaşçılar kazanmak dileğiyle..)

Ey insanoğlunun ÇAĞRIŞIM GÜCÜ, sen nelere de kâdirsin ..))) Bana bunca şeyi düşündüren kamyon arkası sevimli, sevgili çocuk sana da selam! SELAM SANA! ..)

5 Nisan 2009 Pazar

Dağ Taş Bahar Kokuyordu..)

Bu baharın ilk doğa yürüyüşünü de bugün yapmış bulunuyoruz. Bol rüzgarlı da olsa muhteşem bir güneşin yüzüme vuruşu ile uyanmayalı hayli uzun zaman olmuş. Birkaç hafta önceki kış güneşi edasındaki aldatıcı ışıkçıkları kaile almaksızın kuruyorum bu cümleyi. Öle ya, içeri süzülen ışığın iliklere kadar sızan huzmesinin insanda uyandırsığı uyanma isteği ile bir olur mu aldatıcı güneşin yoklayışı.
Neyse efem, öyle de böyle der iken; sırt çantalarımıza termosla çayımızı, ufak tefek azığımızı, kitap ve fotoğraf makinalarımızı da koyduktan sonra, kısa bir yürüyüş ve uygun sulak bir yerde konuşlanış için hazırdık artık. Böylece "Durmak yok, istikamet ileri!" deyerekten attık kendimizi dışarılara.
Buram buram bahar kokarken çilek çiçekleriyle karşılaştık, ki az ilerisinde de çilek olmaya baş vermiş minik topakçıklarıyla. Çileği müjdeleyen bu topakçıkları kareme raptetmeden olur mu hiç; hemen fotoğrafladım tabi -gerçi tripotum kadrajı ve netlik ayarını falan pek beğenmeyecek ama napalım artık..)-. Bu sevgili çilek çiçeğine, kendisi hazır olur olmaz tadına bakmaya geleceğimize dair sözümüzü de verdik. Malum, söz konusu boğaz olunca ayrıca sadakatli oluyor insan..) Ardından, suda şavkıyan güneş ışınlarının gözümüzü alan parlaklığını baharın ilk doğa yürüyüşünü temsil edebilecekler arasına kaydettik hemen.
Demem o ki; derin derin solumak ne güzel denizi, baharı, yeni yeni patlayan meyve ağaçlarının çiçeğini, daha nice bitkinin doğuş kokusunu burna kadar getiren rüzgarı... Dönüş yolunda çantamız kadar hafiflemiş kafa ve bedenlerimizle ilerler iken; ben, -zannımca ve neredeyse- yıllık taş stoğumu da yapmış olmanın sevinciyle döndüm evime.

Baharın her gününün içimize böyle tatlı bir enerji sızdırması dileğiyle..)