16 Kasım 2008 Pazar

Zaman, Ağlamak Zamanı Değil !

Babası öldü.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
Hastalandı, böbreklerinden,
Vuruldu göğsünden, bir cep saati korumasında…
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Hiç çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.

Evet...
Mustafa Kemal Atatürk’tü bu…

Bir insan ki bunca acının içinde, onlarla yoğrulmuşken direndi hayata; her zorluğa ve içindeki manevî yokluğa rağmen. Onun da oldu elbet kişisel arzuları, zaafları; ancak hiçbir kere kahramanlığın popülaritesi için savaşmadı, yenik düşmedi şahsî hırslarına, onlarla oyalanmadı. Milleti ve bağımsızlığı için attı adımlarını. Dönemi için erkendi attığı kimi adımlar. Nitekim, bundandır ki İstanbul (saray) tarafından tehlikeli bulunup hapse attırıldı. Tam o engelin üstesinden gelmişi ki, askerîye içinde de kimilerinin gözüne battığının farkına vardı. Bu ağırdı, vatan hainliği yakıştırılıyordu kendisine kimi çevrelerce. Öğrencilik yıllarından o yıla dek hazırladığı zemin üzerine askerken inşa edemeyecekti eylemlerini. Askerî rütbesi tehlikeye girdiği anda vatanın bağımsızlığı için -üstelik vakt-i zamanında uğruna annesini bile karşısına aldığı- askeri kimliğini bıraktı; soyundu üniformasından, sivil kimliğiyle verdi savaşını. Ancak hiçbir zaman uğrunda savaş verdiği şeyi terk etmedi, çıkarmadı o yaftayı üstünden. Ölene dek; saat 9’u 5 geçene kadar da çıkarmayacaktı üzerinden, içinden.

Şimdi, kimilerimiz durmuş onun çok içki içtiğinden, ağzından düşmeyen sigarasından, diktatörlüğe yakın durduğundan bahsediyor ve yakın zamanda Can Dündar’ın senaryolaştırdığı belgesel filmi “Mustafa”nın içeriğini eleştiriyoruz: “Atatürk bir millete mâl olmuş bir insan idi, sürekli sigara içen görüntülerine, mezelerle bezeli içki sofralarının tekrarına ne gerek vardı? Hem canım, koskoca Atatürk ölüme yaklaşırken bunca dostsuz ve yalnız mıydı? vb vb.”
Ben seyretme fırsatı bulamadım henüz, dolayısıyla savunacak değilim hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi; kaldı ki mesele film değil. En nihayetinde o da bir insandı; ancak üstündü kimliğiyle, zekâsıyla, askerî bilgisi ve otoritesiyle, ileri görüşlülüğüyle… ama en nihayetinde insandı işte. Onca sıkıntılı bir dönemi tek başına göğüslerken, omzunda taşırken koskoca bir milletin sorumluluğunu kocamandı da özel hayatındaki eksikler mi küçültüverecekti ya da küçültüverdi onu?
Sorarım size: Biz ki şimdi, eğitim sistemindeki aksaklıkları hallederken tıkanıyor, bir anayasa değişikliğinde karman çorman oluyor, dildeki yozlaşmanın hemen önüne geçemiyor vb vb birçok konuda handikaplar yaşıyorken; O, öyle sancılı ve bıçak sırtı bir dönemde öne atılıp yepyeni bir rejimi getirdi, kabul ettirdi yığınlara. Uzmanlar eşliğinde gecesini gündüzüne bulayıp eğitimden, dile, bilime, tarihi belgeciliğe, ekonomiye, anayasaya kadar daha neleri neleri hali yoluna koydu yeni rejimin altını sağlam tutmak için.

Şimdi biz bütün bunları bilirken ve O’nun yapıtındaki büyüklüğün farkındayken “Gazi’ye Peynir Getiren Köylü Teyze[1]” kadar da olamayacaksak bu, bizim ayıbımız.

Zaman, -öyle veya böyle- O’nun üstünden nemalanmak, onu tabulaştırmak, ölümüne ağıtlar yakmak zamanı değil. Zaman, onun ilkelerini, doğru bildiklerini önümüze katıp ilerlemek zamanıdır. Onca yorgunluklar, milletçe nice vazgeçişlerle, tek bilek olup da kazanılan emaneti iyi taşımak ve can veren nice şehidimizi, Atatürk’ün temsilinde taçlandırmak zamanıdır.

İyi ki VARDIN Ata’m ve bugün toprak olmuş naçiz vücuduna karşın ilkelerinle bizde dâima VAROLACAKSIN !


[1] Bkz. Mustafa Bilge Işıktürk “Mustafa Kemal Nasıl Atatürk Oldu” Sayfa 34

Hiç yorum yok: