29 Haziran 2008 Pazar

Ne Doğum Günü ama...

Dün kanallarda gezinirken -ki ayda yılda bir yaparım bu eylemi- bir doğum günü kutlamasına denk geldim. Bundan burada bahsetmeyi kayda değer görüyorum, çünkü 6000 civarında kişinin katılımı ve 30’a yakın sanatçının eşliğinde düzenlenmiş bir konserle kutlanıyordu doğum günü. Yok ööle gösterişçi bir film yıldızının doğum günü falan değildi, şarkıcı falan da değildi.Kaldı ki ööle bile olsa bunca insan gönülden orada olmazdı zannımca –bedava olsa idi durum değişebilirdi, garanti veremem- . Neyse efenim cıvıtmayayım konuyu, çünkü etkileyici bir görüntü ve önemli bir andı bence. Çünkü Nelson Mandela için hazırlanmıştı bu doğum günü kutlaması. Biliyorsunuzdur, Nelson Mandela Güney Afrika Cumhuriyeti Eski Başkanı. Güney Afrika’nın demokratik bir seçimle göreve gelen ilk devlet başkanı, Nobel Barış Ödülü sahibi Mandela, modern politikacılar içinde en takdir edilenlerden biri.
Haddi zatında sempatik bir adam ama ööle kara kaşına gözüne kazanmamış hiç bi şeyi. Irkçılıkla mücadelede başı çeken Mandela az vukuat yaşamamış insanları için. Çok cesur, eylemci bi elemanmış ezeli beri! Liseden başlayarak karıştığı siyasi olayların ardından ırçı eylemlere karşı çalışmalara başkanlık etmiş ve ırk ayrımına karşı mücadele eden Afrikalı siyahların simge ve sembolü olmuştur. Başı çekmenin cezasını da çekmiş ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ni devirmek planında olduğ iddiasıyla ömür oyu hapsine karar verilmiştir. Ancak, 27 yıl hapis cezasından sonra af ile erken tahliye edilip 71 yaşında özgürlüğüne kavuşmuştur.
10 Mayıs 1994’de Güney Afrika’nın ilk siyah Devlet Başkanı olan Mandela’ya, 1962’de Lenin Barış Ödülü, 1979'da Nehrü Ödülü, 1981’de Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü, 1983'de UNESCO’nun Simon Bolivar Ödülü verilmiştir. 15 Ekim 1993'te ise Frederik W. De Klerk ile beraber Nobel Barış Ödülü’nü almıştır.
Diyeceksiniz ki nerden çıktı şimdi Mandela? İşte tv de seyrettiğim haberden dolayı. En nihayetinde önemli bi adam ve yğınlarca isan tarafından bunca sevilmek ne güzel... Üstelik 90'ındasınız ve emeğnizin boşa gitmişliğini gözünüz görüyorsunuz ne gurur... Güzel bir görüntü idi tabi ama bi şey içimi acıttı bu sempatik ve cesur adamı seyredip dinlerken; bizde daha âlâları da oldu zamanında ( devlet büyüklerinden tutun da, mutasavvuuflara kadar) nasıl da hakları teslim edilmeden kalıyolar köşede... Tıpkı nice büyük sanatçımıza vefalı davranamadığımız gibi... ne bilim işte...

25 Haziran 2008 Çarşamba

bir başka bilmece bildirmece ve dil üstünde kaydırmaca

Efenim bugün başka bir bilmece ile karşınızdayım. Fakat baştan anlaşalım, -özellikle kastımı sahibi bilir- ööle Goggle'dan yardım almadan biliyosanız bilin..))) hayır yani, a bu farklı veya zor deyip hevesleniyoz da soruyoz, insan iki düşünür emek verir falan... kursağımda kalıyo sona... ..)

"kÜÇÜCÜK KIRMIZI BİR EV
nE KAPISI VAR NE PENCERESİ
İÇİNDE YILDIZDAN BİR YATAK
YATAKTABEŞ KÜÇÜK YAVRUCAK" ??? ..)))

24 Haziran 2008 Salı

Vuslat zamanı..)

Bugün annemler buradaydı. Karadeniz yaylaları üzerine kurulu bi tura katılmışlardı, burası da uğrak yerlerinden biriydi. Heyecanla bekledim; kekler poğaçalar hazırlamış vaziyette. Sabah er vakit aradılar ve ben silahlarını dnmış asker misali hazırdım buluşma yerinde. Birkaç saatliğine de olsa beraberdik. Görünce anladım -ne garip di mi- çok özlemişim onları, hele babamı... Hikmet amcam ve Fatma teyzem de gelmişlerdi. Böylece yıllardır, geldim gelecez ahdi de gerçekleşmiş oldu. İnsanın ailesini, sevdiklerini kendi mekânında ağırlayabilmesi ne de güzel....
Tur ekibine gelince: Aman allahım, nasıl da enerjik bir araba dolusu insan -40 kişi-; yaşlı maşlı hak getire, genci de aynı yaşlısı da. Neyse efem, takıldım peşlerine, takır tukur bir yolun ardından Karagöl'e vardık. Yağmur çamura rağmen manzara muhteşemdi yine. Hele bi de, öğretmen arkadaşımız, bura kafelerinin vazgeçilmez gitarist şarkıcısı Murat ve -ekibinden- bu yörenin meşhur tulumcusu Özgür de tulumuyla peşimizde iken kim tutar bizi. Hemen bi horon çevirdik valla. Ekip de iki günde riz ehoronunu falan kapmış baktım katıştık hep birlikte. Yabancı turistler de yi çekeceklerini şaşırmış vaziyette seyrettiler bizi; kâh kurbağaların sesini, horon başlayınca tulumu, bizi... Kısa ve keyifli birkaç saatti anlayacağınız. Baktım ki ben baya baya karadenize / buraya alışmışım, azdan ufaktan buralı bile olmuşum..) dostlarım bile olmuş burada, buraya bağlı...
Gün olur gidersem bir gün -ki dilerim..)- sanırım en çok doğasını ve horon oynamayı özlicemmm... Dostlarım? Onlara kavuşmak mümkün, buluşmak da; iş yüreğe bakar... ama doğa?

22 Haziran 2008 Pazar

kimler, ne zaman yılana sarılır? ..)))

Bugün bi köy / ev yapımı bi yoğurt yemişim ki sormayın; pek bi güzeldi. Genel anlamda zaten severim yoğurdu ama hali zaman olmuş ev yoğurdunun lezzetini unutalı. E malum şehir hayatı, her imkanı bir arada bulamıyorsunuz. Doğrusu artık her açık süte güven de olmuyo, yıllar vardır ki evcek bırakmıştık bu alışkanlığı.
Eskiden, yani kardeşim ve ben küçükken özellikle alınırdı evimize taze süt, inekten yeni çıkmış cinsinden. E Bandırma mandırası bol memleket, çok sütçümüz oldu; ama bi amca vardı, özellikle de o beklenir, ondan alınırdı. Tek tek üşenmeden çıkardı apartmanın her katını, ilerlemiş yaşına rağmen amcam. Bikaç dakka sohbet ederdik önce, -e malum orta okul ve lise iki arası büyümemi adım adım izlemişti ne de olsa-. Biz de onun yanında gelen torununun büyümesini. Annem çalıştığı için okula gitmeden önce sütü alıp dolaba koymak benim vazifemdi. Bu önemli bi vazifeydi, çünkü kardeşim küçüktü ve tam süt delisiydi -bana çekmemişti yani..)- İlerleyen zamanlarda koca tencere sütü kaynatmak da benim vazifem olacaktı. Gülmeyin ööle az iş mi daha ilkokul 4 ya da 5'teyim, ya taşarsa telaşındayım. Efenm derken bu vazfeye de yürekli bir biçimde baş koydum, azimliyim de; ama gelin görün ki kaynayıp kabardıkt sonra da bi süre daha kaynatılması gereken kısımda zorluk çekiyordum. E sistemli de adamım ya, kaynamadan sona kaç dakka dediyse o kadar kaynamalı zannettiğim için ben de bi gayret, bi stres ilk zamanlar. Çok sıkışırsam yıllanmış dostlarımız Bahire Teyze'yi çağırıyor zor kısmı atlatıyodum. İlk bikaç sefer o pişirmişti nitekim; yani süt kaynatma öğretmenim oldu onu sevgiyle anıyorum. Babaannem o dönemde de incisi bol bi insandı ve bana telefondan "ne üzüyosun kadıncağızı, pişiriver kendin. Taşmaya yüz tutarsa da kokma 'yılan yılan!' deyiver o durur, kaynar öölece" demişti. E çocuğum tabi inandım da cesaretlenip kimseyi çağırmadauygulamaya başladım. Süt tenceredeki hacmini artırdıkça artırdı, köpürdükçe köpürdü. Ben bi yandan da şööle havalandıra havalandıra kepçeyi, karıştırıyoorum sütü ama, süt bana ısın demiyo geldikçe geliyo. Başladım ben yılan yılan demeye. Aman allahım ne mümkün... altını kıstım tık yok. Koşarak açtım kapıyı, bi yandan karıştırıyom bi yandan da bağırıyom "Bahire Teyze, yetiş yılan diyom durmuyo!". Sonra mı? Yetişti tabi Bahire Teyzem. Küçük ipuçlarını verdi ve gitti. Ben bi daha yılana güvenir miyim denize düşen yılana sarlır misali..)
O gün bugündür süt pişirmede üstüme adam tanımam..) Yoğurt yapmayı da o yıllarda öğrenmştim annemden. Tutmaz da cııLk / cıvık olur ya da kesilirse nasıl kurtarılacağını ve yenecek hale sokulacağını da rahmetli anneannemden... ahhh ahhh.... anılarım depreşiverdi. İnsanoğlu ne ilginç; bi obje, bi koku, bi tat nasıl da götürüyor onu bazen zihnin kuytusunda kalmış bi köşesine. Belki yaşarken hayli savugan ve öölesine yaşananbi anına hem de... Sütçü Ömer Amcam bilmem hayatta mısın ama bi yerlerde varsan hâlâ, dilerim kulakların çınlasın tatlılıkla..)
Eski günlerin lezzetli yoğurtları, belki de bu yüzden lezzetliydi...

21 Haziran 2008 Cumartesi

BİLMECE BİLDİRMECE, DİL ÜSTÜNDE KAYDIRMACA ...

Efenim bugün not defterlerimi kurcalar iken karşıma oraya buraya iliştirdiğim şiirler, bilmeceler çıktı. Dolayısıyla bu sefer de sevimli bi bilmece sorasım geldi.

"ne idim, ne idim
sahralarda bey idim
felek bana ne yaptı
beli bağlı kul yaptı"

BİLİN BAKALIM BU NEDİR? ..)))

20 Haziran 2008 Cuma

Yarı Finaldeyiz !

Futbolla aram pek hoş değildir; hatta futbolseverler alınmasınlar asla -ki çevremde ve ailemde de fanatikleri var-; ama futolcuları, bir topun peşinden koşup sonra da paraları götüren, konuşmasını bile bilmeyen, çoğu kültür seviyesi düşük ama karı kızla âlâ yerleri görüp dolaşan insanlar olarak görmekten alamıyorum kendimi. Diyeceksiniz ki, futbol oynamak için ayak vb gerek, zeka ve kültür niye? İyi de bazılarında o da tam yok. İyi diye alınıp yıl boyu yata yata yaşayıp giden tipleri de görüyoruz nitekim. Hal böyle olunca futbol sporunu da çok kaliteli bulamıyorum -neyse yeter bu kadar gevezeliğim, bilgi alanım dışındaki bi şey hakkında yorum yapmam duygusal yaklaşmaktan öteye gitmeyecektir çoklukla-. Ancak gelin görün ki şu millî maçlar zamanı bende bi meraktır başlıyo. Öyle ya memleket temsili söz konusu, hangi spor olduğunun önemi kalmıyor, mücadele ruhum kabarıyo herkes gibi. Hele bi de şu son iki maçtaki performansa gelince, tamam diyorum hakettiniz bu kez paralarınızı, helal-i hoş olsun. Özellikle bugün Hırvatistan'la yapılan maç sonrasında kazanılan zaferin kutlamaları öncekinden de coşkuluydu burda, neredeyse 1 saate yakın inledi ortalık. E burası İstanbul, Ankara falan değil, o yüzden burası için yeterince iyi bi performans. Artık havai fişeklerden tutunda, kuru sıkılara, çığlıklara, balkonlardan taşan tezahüratlara, TVdeki -farklılıkları kenara itip-birlikte halay çeken insan topluluklarına kadar her şey muhteşemdi. Kolay mı, yarı finaldeyiz!!!

Sonacıma, nete girmiş haberlere bi göz attım; baktım bizim Fatih Hocamız gene vurucu bi laf etmiş -zaten iyi konuşur. Allahtan tüm şişkinliğine karşın icraat da var, hakkını yememek lazım- . NEYSE efenim söz şu : "Benim çocuklarım maçların, hakem düdüğü ile başlayıp hakem düdüğü ile bittiğini öğrendi"

Hakkaten beğedim lafını; yaşama dair de yeterince şey anlatabiliyor. Haydi devam..)

Hale bakın, yarım saatlik uykunun ardından kaçan uykumu bi yerlerden -süt, ılık şekerli su, papatya çayı ile bile- tedarik edemediğim için sabahın 6'sını bulduğum şu saatlerde futboldan bile bahsedecek kadar uykusuzluk halindeyim..)

Gırgır bi yana MİLLÎ TAKIMIMIZA KOCCAMANINDAN İYİ ŞANSLAR DİLİYORUM!

18 Haziran 2008 Çarşamba

DüNyANın nazar boncuğu

Soldaki görüntü de neyin nesi diyebilirsiniz?

Nazardı, nazar boncuğuydu derken "dünyanın nazar boncuğu" diye tabir edilen Meke Gölü ile tanıştım. Hani iyi de oldu cidden. Neler var da bilmiyor, belki farkına varamıyoruz görüp duyduklarımızın çoğu zaman.

Evet, ben de ilk duyuşta yabancı bi ülke sınırlarında sanıp başlamıştım taramaya ve aradıkça gördüm ve öğrendim ki bizden!

Görüntüsüyle ''dünyanın nazar boncuğu'' olarak adlandırılan bu göl, Karapınar'da. Jeoloji Mühendisleri Odası Konya Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Jeoloji Mühendisi Aytekin Diken,'in anlatımına göre; Meke Gölü'nde 5 milyon yıl önce volkanik patlamayla oluşan kraterin zamanla suyla dolarak göle dönüşmesiyle ana şeklini aldığını, ortasındaki volkan konisinin ise günümüzden 9 bin yıl önce ikinci bir volkanik patlamada meydana gelmiş. Böylece gölün şekli, nazar boncuğuna benzeyen, yuvarlak bir kara parçası ve çevresini çepeçevre saran su birikintisi halini almış.

Ne ilginç ve güzel değil mi? Ancak işin kötü tarafı, küresel ısınmanın kurbanlarından biri haline gelmiş olması. Bu ısınma ile, yağışların azalıp buharlaşmanın artması ve yer altı sularındaki hızlı azalma nedeniyle bataklığa dönüşmekte imiş. Su ve enerji kullanımı bi yana desek bile, 100'ün üzerinde kuş türünün barındığı düşünülecek olursa bu gölün bataklığa dönüşmesindeki korkunçluk daha net çarpıyor insanın suratına. ÜZÜCÜ!

nazar ve nazar boncuğu?

Bu aralar, nazar boncuğu demişken devamını getiresim geldi. Çocukluğumuzdan bu yana iğde dalıyla birlikte, kimi zaman altın zeminli iğneliklerle oramıza buramıza iliştirilen nazar boncuğu, o kadar çeşitlendirildi ki günümüzde, görünüsel olarak özünü tam bulmak için internette bir tarama yapmam gerekti-öyle ya taş boyuycam-. Buldum da tabi çeşit çeşit. Hatta bu arada farklı yapılışlara da denk geldim. İşte efeim sağlı solu sunuyorum bikaç örnek size. Sözün kısası nazar boncuğu, kültürümüz içindeki yerini hayli sağlamlamış durumda. Hani görsel olarak da güzel ve iç açıcı.

Diyeceksiniz ki inanıyor musun boncukla nazara set çekildiğine? Hayır tabii ki bi boncuk parçası çözüm olmuyor nazara. Fakat, güzel bir ritüel, daha doğrusu batıl bir inanç. Bunun yanı sıra, Şamanistik kültürün izlerini taşıdığımıza dair bir işaret sonuçta ve bunu seviyorum; mistik bir hava, kültürel br derinlik katıyor bize, özümüze. Nazar denen şeye inanıyorum, sonuçta keşfedemediğimiz bir manyetik alana sahibiz her birimiz-biçok cisim gibi-. Üstelik insanoğlunun yoğunlaşınca demiri bile bükebildiği ve beynin daha çooook az bir bölümünün keşfedildiği düşünülecek olursa nazarın yani bi bakıma bakışın gücü, o kadar da imkânsız görünmüyor bana. Boncuğa gelince, üst üste farklı birkaç rengin birleşimi ve göze benzer biçimiyle insanın dikkatini çektiği, odaklanmayı üzerinde topladığı için karşıdaki insanın nazarını şahıstan kurtarmış olmasıyla açıklayabilirim nazar değmesindeki etkisini. Ancak maharet boncukta değil, onun üzerindeki şekillerde. Özellikle mavi rengine gelince, şamanistik kültürün ve bizdeki civit mavisi kullanımının yoğunluğundan kalma bir alışkanlk olarak yorumluyorum şahsen. Bi de, renkli gözlerin nazarının daha çok değdiği inancının da bi etkisi olmuş olabilir tabi; hani çivi çiviyi söker misali ..)))

boyalar, taşlar ve özgürlük



Geçenlerde eve dönerken, yol ve özellikle de apartaman önündeki irili ufaklı taşlara ilişti gözüm. Buraya taşındğım günden beri buradalardı oysa. Algıda seçicilik, bakmakla görmek ilişkisi devreye giriyor sanırım tam da bu noktada. Dedim ki ne güzel, neden bunlarla bi şeyler yapmıyorum. Eskiden televizyondaki çocuk programlarından birinde yumurta şeklinde kaygan ve beyaz taşlarla ağaç tutkalı da kullanarak insan figürleri yapar, bi güzel giydirilerdi parça kumaşlarla. O zaman derdim ki "nerden bulurlar bu taşları? hem ben nerden bulayım bölesini?" İşte taş yerindeyim şimdi, üstelik kumsal değil taşlı bir sahil olduğu düşünülecek olursa hayli şanslı sayılacak bi mekân burası. Taşa merakım yeni değil aslında, oldum olası var. Zaten bu koca taşları fark etmekte geç kalışıma ondan bunca şaşırdım ya.
Neyse efenim, keşfettim ya bi kere bi ampül yandı kafamda "ne yapabileceğime ilişkin" buradaki anaokulda görev yapan maharetli arkadaşlarıma danışıverdim, çocukları ile yaptıklarına alıcı gözle baktım derken parmak boyası ile boyamak konusunda karar kıldım. Öle güzel şeyler yapmışlardı ki sormayın; 4-6 yaş arası çocuklar istediler mi neler de yapabiliyolar bi bilseniz. Onlar, biz gibi, her şeyi okumuş görmüş büyüklerden daha yaratıcılar sonuçta. Ne de olsa bizim gibi öğretilmişliklere bulanmış değiller henüz, daha özgür ve kendi gibiler yani..)


Anlayacağınız, bu aralar yakaladığım küçük boşluklarımı uzatarak taş boyamaya adadım..))
Efenim, yukarıdan bu yana gördükleriniz de benim boyalı taşlarım. İlk denemeye nazaran hiç de fena değiller ne dersiniz?

17 Haziran 2008 Salı

"nandidi"ler


Evet nAnDidi! Ninni gibi "dandini dandini dastana / danalar da girmiş bostana..." dizelerini çağrıştırıyor değil mi? Belki de insana bunca sevimli gelmesi bundandır. Nandini ne diyenlere hemen açıklayayım efenim: Nana, Lazca'da nine demek, dido ise büyük anlamında kullanılıyor. Efenim, nandidi de büyük nine / büyükanne demek. Sol tarafta gördüğünüz bir NanDiDi mesela. İşte bizim gibi bir burnu, iki gözü falan var; yaratık değil yani..) Ne sevimli değil mi; mısır tarlasında şen ve şakrak az dinlenmeye oturmuş iken. Yalnız nenemin dişlere dikkat, altınlı maltınlı..) Eller ise tüm bu şen surata inat nasıl da çilekeş duruyorlar buruş buruş, tarladan tırpandan yarı çamura bulanmış...

Nandidi ismini ilk duyduğumda bunu da bi başka topluluk sanmıştım. Valla bu şekilde ifade edilince pek bi tatlı geliyo kulağa, büyükanne veya nine ismi..)))

Arkadaşım Hanife'nin çektiği bir fotoğraf. "Dört Mevsim Artvin" yarışmasına katılamadı, bari buradan onore edeyim dedim. Ellerine sağlık arkadaşım.

Ben de yığınla fotoğraf biriktirmişken buraya dair, azmettim yarışmaya katılmaya ama olmadı, kalakaldım ööle el el üstünde sormayın. Bi hevesle davrandım ama fotoğraflarımın bi kısmı uygun değildi yarışmada beklenene, üstelik büyüdükçe dağıldı; geri kalanı da -neredeyse hepsi- tarih yazılı olduğu için baştan kaybetti şansını. Yok yok karar verdim, yeni - sağlam bir fotoğraf makinesi alacağım, çare yok..) Ben de hazırda bekliyomuşum zaten, hemen kııfına uydurdum br alış verişi daha..))))

13 Haziran 2008 Cuma

Öykülerden Bi Öykü

Zamanın behrinde, Osmanlı topraklarında çok çalışkan bir inşaat işçisi yaşar imiş. Öyle gayretkeş ve çalışkanmış ki her iş gelirmiş elinden. İnşaattaki başarısına da diyecek yokmuş tabi. Ancak ne hikmetse adamcağız çalışır didinir, maaş vakti gelince ya parası eksik gelir, fazla para verilecek olsa -ödül bâbında- soyulur vb olur bi hakkı yâr olmazmş ona. Bir gün dönemin sultanı olan II. Mahmut'un da kulağına gitmiş bu durum. Bunun üzerine çağırmış adamı yanına ve sarayın bir duvarını ona yaptırtmak bahanesi ile ödüllendirmek istemiş. Neyse efenim, adamcağız gelmiş, yapmış büyük bi ustalıkla duvarı. Sultan, "ustam hakkaten usta imişsin. Methini duymuştum zaten. İyiliğin ve çalışkanlığından da haberim var" diyerek onore etmiş adamı. Ardından da bi türlü şansı yaver gitmemiş adamı mutlu etmek için sarayın hazine odasına götürmüş onu ve "şimdiye kadar dönmemiş şansın ama bak al eline şu koca kepçeyi ve daldır altın kazanına. İstediğin kadar da karıştır çıkar kepçeyi. Ne kadar gelirse senindir, belki şimdiye kadarkileri unutturur" demiş. Adam sevinçle almış koca kepçeyi, daldırmış kazanın içine. Karıştırmış da kaıştırmış -sanki çok karıştırınca çok gelecekmiş gibi-... Ardından çekmiş çıkarmış besmele ile kepçeyi. O da nesi, kepçe ters çıkmasın mı! Kepçenin tümseğinde bi altın kalmış kala kala. Az kımıldasa o da düşecek. II. Mahmut bakmış adamın yüzüne ve omzuna koyup elini "Vermeyince Mabud neylesin Mahmut" demiş.

İŞte efenim bu da öykülerden bi öykü. Gökten 3 elma düşmüş; biri okuyanın, biri anlatanın biri de tarihin tekerrürü üstüne düşmüş..)))

Anlatasım geldi ;)

12 Haziran 2008 Perşembe

Cambaz

Pek okumam Tuna Kiremitçi'yi; hele de aşk adamı ya da aşk şiirlerinin şâhı gibi lanse edildiinden bu yana yitirdi bendeki sempatisini. Doğrusu dili başarılı, allengirli; ağzı iyi laf yapıyo anlayacağınız. Bu dillilikle çalıyodur da çok bayanın kalbini, hoş adam -haddi zatında- biçok bayan için. Ama romanlarında özellikle, bi süre sonra "vauuv ne güzel yaaa, bak var demek ki böööle aşklar da" deyip ümide kapılıyor ya da tümden moral bozukluğuna kalakalyosunuz. Sosyolojik ve psikolojik bir mevzuu haline geliyo her okurda kendiliğiden... bi süre sonra da -konu olarak- aynı döngüyü seyre dalıyosunuz... yani falan falan..
Geçenlerde bi şiir kitabıu geçti elime ona ait: "Bazı Şiirler, Bazı Şarkılar". Aşk ve ayrılık ağırlıklı, entellektüel bi laf karmaşası içinde yer yer. Ama fena da değil, kimi dizeleri özellikle. Neyse efenim orada gündemdeki tazeliğini her an koruyan bi konu vardı insanî değerlere ilişkin. Sizinle paylaşayım istedim onu:

Cambaz

"Başkasının dengesiyle
buraya kadar gelmişsin. Ne
aşağı bakmışsın ne arkana,
yalnız ilerlemişsin. Öyle
ince değil yürüdüğün
o ince tel, senin bile
değil belki: Kim örmüş,
kimler germişse artık,
yürümek için çok ince,
düşmek için fazla kalın, ne
alçak ne yüksek, hem
uzun da değil kısa da.

Demek bu da bir denge.
Sen cambaz sayılırsın, durma
katıl aralarına. Ama söyle ne olur,
sıkı tutsunlar seni."

11 Haziran 2008 Çarşamba

KaLdıRıM şÖLeNi

Geçen gün bahsetmiştim ya hani, Salah Birsel'in Kahveler Kitabu'ndan. İşte ordan bi bilgi seçesim geldi:

Tiryakiler kahve, tütün, tömbekinin yanı sıra enfiyeyi de hafif keyif verici nesnelerinden saydıkları kimi kahvehaneler bunu nargile yanında kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdir Bir süre sonra –toz haline getirilmiş tütünün burun deliklerine çekilerek nefes yoluyla fizyolojik keyif maddesi olarak kullanılan- enfiye özellikle yüksek mertebeden -bilim adamları, şeyhler, yazarlar ve daha bu gibi ağır başlı kişiler arasından- insanların kullanımıyla modaya dönüşmüştür. O kadar ki enfiye tiryakileri sokakta karşılaştıklarında birbirlerine hemen enfiye kutularını uzatırlarmış. İşte bu çarşı ortası seramoniye KaLdIrIm şÖlEnİ adı verilirmiş. Öyle ki eski Fransız saraylarında nasıl kadınlar özel ipekli-işlemeli mendilerini göstermek için açar, içine sardıkları enfiyeyi nasıl ikram ederlerse; bizimkiler de özel işlemeli-kakmalı vb enfiye kutularını göstermeye fırsat kollarlarmış demek ki!

Bu arada enfiye de NE diyebilirsiniz. Nitekim, ben dedim "o da nesi, yoksam esrar mı ki, bunca yasal olması mümkün mü?" Yok yok değilmiş; öyle ya, öteki türlü değil içkinin neredeyse tütünün bile yasaklandığı IV. Murat dönemde ne mümkün esrar kullanımı! Şöyle kısa bi araştrma yaptım da sadece ütünün toz haline getirilmiş bi çeşidiymiş. Koklayıp nefes yoluyla çekiyormuşsunuz içinize. Enfiyenin gerçek ana hammaddesi çeşitli baharatlar ve fermente edilerek toz haline getirilen ve özel kaplarda bir süre dinlendirilen tütünleri imiiiiiş.

Ülkemizde enfiye üretimi bugünkü modern tütün fabrikasyonu yapisi içinde çok basit ve ilkel görünüşlü olup bir atölye işlemesini andıracak kadarmış üretimi; buna neden ise üretim miktarının azlığıymış.

İyi bir enfiye yapabilmek için kullanılacak tütünlerin bazı özellikleri olması gerekir. Tütünlerde aranan nitelikler, kalın dokulu, koyu renkli, yüksek nikotinli ve aromalı olmaları imiş. Hımmmm görünüşe bakılırsa pek de ha deyince olan bi şey değil bu, kıymetli-zahmetli bi şiiii.. Bu karaktere en uygun menşeiler Hasankeyf, Mardin, İskenderun, Bahçe ve Trazon'ların koyu renkli ve kalın dokulu ana ellerden olusmus bg tütünleri ve tömbeki artıklarıymış.

Desenize eski adamların şölenleştirdikleri kadar var..)

O Kadın

Bugün arkadaşın bahsi üzerine keşfettiğim bi film "O Kadın". Filmin orijinal adı ise, "Sezen Aksu Şarkıları ve O Kadın". Seyrederken parça parça fragmanlardan hatırladım ama açıkçası niteliğine dair hiçbir şey okumamıştım. Farklı bi çalışma olmuş, söz-konuşma vb hayli az. İki kişi, bir kadının psikolojisi üzerinden bir senaro yazarken bir yandan da film oluşuyor.İskelet bu. Yer yer gerçek yani dış zaman, yer yer de kahramanın durumunun konu edildiği iç zaman sunuluyor bize. Fakat filmde asıl ilgi çekici olan, karakterlerin konuşmaktan ziyade duyguların tercümanı olan şarkılarla dillendirilmeleri. Özellikle Sezen Aksu severlere duyurulur. Üstelik kadınları karmaşık bulanlara ufak ipuçları da barındırıyor film; en azından genele hitaben ve hayata dair.

İlk ve orta okul yıllarımda apartmandaki çocukları toplar birkaç akranımla tiyatro çıkarırdık. Ya oynar, ya oynatırdık her neden ve her ne hevesle ise artık. Hele o günlerde bi moda vardı ki sormayın: Diyaloglarla değil de, o konuşmalara-cevaplara denk düşen şarkı sözleriyle atışmak! "Komedi Dans Üçlüsü"nün yeni yeni parladığı zamanlar o yıllar. ÖÖÖle kolay değildi efendim, tabi geniş bir repartuvar gerekiyordu bunun için. Bi gayret kafa yorardık hem de hiç üşenmeden.
"O Kadın" bana bunu hatırlattı; modernize edilmiş haliyle...

Selin Demiratar, Tardu Flordun, Burak Hakkı, Burhan Öçal, Şebnem Dönmez gibi isimlerin rol aldığı film tanıdık, rastlandık bir konu üzerine; ama anlatımda denenen yol hoş. Yılın aşk filmi diye lanse edilmiş bazı tanıtımlarda; o kadar da değil canım. "Ne anlattğımız değil, nasıl anttığımız önemlidir" ilkesinden hareketle, farklı yaklaşımları sevenler için bence seyretmeye değer.

10 Haziran 2008 Salı

eski kahveler-kahvehaneler

"Gönül ne kahve ister, ne kahvehane
Gönül muhabbet ister, kahve bahane"

Yıllar önce, üniversitenin ilk yılında bir hocamız süslü püslü bir kitaptan kahve ve kahvehane kültürüne ilişkin bilgiler okumuştu; çoğu eğlenceli gelen bilgilerdi bunlar. Çok hoşuma gitmişti, ama ööle bi araştırma kitabına ayıracak para nerde öğrencide. Sonraki yıllarda ise baskısını bulamadığımdan, sonra kitabın yazarın adı zihnimde belirsizleşirken önceliğini yitirip kenarda kalmıştı.
Yaklaşık bir ay önce, okul kütüphanesi için geçen yıl başlattığımız kampanyaya destek için ir kutu ulaştı elimize. Kutu, sevgili Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’den geliyordu. Bizzat babasının kütüphanesinden gönderdiği kitapların arasında sırıta kaldım bir süre. Sonra baktım karıştırdım, bir ne göreyim, Salah Birsel’e ait “Kahveler Kitabı”. Benim hatırımda takıla kalan meşhur kahve kitabı değil mi bu! Ne sevindim anlatamam. Sabahattin Ali’nin kitabı olduğuna mı sevineyim, yıllar sona kitabın elime hazır sunuluşuna mı… Hemen aldım okumaya getirdim eve. Başlayalı çok oldu ama sadece ona odaklanacak kadar çok vaktim olmadığı için bölüm bölüm ama sindirerek okuyorum hâlâ. Ne çok inceliği varmış bu kahvenin ve kahvehane usûllerinin..) Bakmayın şimdi pek popülaritesi yok, hanımların günlerinde fal amaçlı kullanımın dışına çıkmıyor pek; arada bir de eski tiryakileri var dedeler arasında. Onun dışında yeni nesilden pek rağbet yok, ama o missss kokusu bile zihni dinlendirmeye yetiyormuş gibi geliyor bana. Belki bir kahve severin düşüncesidir bu, yani yanlıdır..
Sayfaları arasında eğlenceli bilgiler var, dikkat çekecek cinsten. O dönem kahvehanelerinde neler yok ki: Ortada küçük, fıskiyeli mermer havuzlar; kademeli minderler; lüleler, çubuklar, nagileler, kahveler… ööle çok oyun da yok, hele iskambil sonradan gelmiş bize; o dönemlerde tavla, dama, domino, yüzük, hatta satranç gibi oyunlar oynanırmış, kağıt oyunları şimdiki gibi müptelalık mertebeye erememişmiş daha… O devirlerin yegane sosyalleşme alanı, kültürlenme yuvası imişburalar bi nevi; amaç, niyet ve işleyiş başkaymış o zamanlar... Saygı deseniz o biçim; yabancısı, fakiri, pisi diye bi ayrımı yokmuş insanların. Otururlarmış yan yana da dip dibe iken birbirlerine dokunmaktan gocunmazmış insanlar. Yabancı bi yazar da şaşkınlıkla not etmiş bunu anılarına "Bizde bir yabancı, mesela Türk gelse taşlar yuhalar oturtmazlar ama burda yırtık giysili serseri de, yalsızlısı da oturuveriyor burada" diyerek. Ah ah… Sen bunca kültürel birikime sahip ol, şimdi de git onlardan medeniyet dersi al. Ne bilim yaf, canım sıkıldı. Nere gitti bunca birikimimiz, bilmem ki!!! Neyse efenim...
Yabancı yazar ve seyyahların, e tabi bizim seyyahlarımızın kitaplarından da alıntılar yapılarak hazırlanmış olan kitap, deneme-araştırma kitabı niteliğinde, detaylı bir kitap vesselam ve OkuMayA dEğEr meraklıları için.

8 Haziran 2008 Pazar

Zihni Göktay ve Lüküs Hayat

Dün çalışırken bir kulağım da TRT FM'de idi ve konukları, çok sevdğim tiyatro oyuncularından, ustalarından biri idi: Zihni Göktay! İsmail Dümbüllü'nün KavUğUnun günümüzdeki sahibi, hani şu -çocuklğumdan bu yana hep bildiğim- LüKüS hAYat adlı müzikalin baş rol oyuncusu... O kadar keyifli bir sohbetti ki kahkahalar gırla gidiyodu. Hepsi hazır cevap tabi, zeki espriler, geçmişten anılarla dolu bikaç saatti. Yakalayıp da gecenin bi vakti aklımda kalan anekdotuları saklayıp kayda geçeyim dedim. Garip bi hisle tarihten bi sayfayı okur gibi dinledim onları ve sanki yıllar sonra onların küçük anılarından kimsenin haberi olmayacak diye sahiplenme mecburiyetine kaptırdım kendimi. Kaptırdım neye yarar, espri bombardımanında sadece bir tanesini tam saklayabilmiş hafızam. Onu kayda geçiyorum hemen:
Yıllar önce, Zihni Göktay'ı br gazeteci arar ve elefondan röportaj yapma izni alır; ardından da başlarsorularını sormaya. Son sorusu "İngiltere'nin ünlü mzikallerinden Cats Müzikali 16. yılında ve gösterimden kaldırılacakmış belli nedenlerle, ömrü kadarmış; fakat bizim Lüküs Hayat, 17.yılında hâlâ sahnelerde devam ediyor. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?" olmuş. Zihni Göktay, hemen yanıtlamış "Efendim, çok itina gösterilse dahi, iyi ve cins bir kedinin ömrü zaten 16 yıldır. Dolayısıyla ömrü dolmuştur, doğrudur. Bizdeki Lüküs Hayat müzikaline gelince, bunca işsiz varken ve kolay yoldan zengin olmanın derdinde 0 milyon insan yaşarken, daha çokkk uzun yıllar süreceğe benzer..))" Zekice...

Bu arada, radyo tiyatrosunun ilklerinden, duayenlerinden olan Zihni Göktay gibilere "ses efektörü" deniyormuş.. Bunu yeni öğrendim, ne de ilginç bi isim değil mi! Ayrıca bir gün gidip yerinde görmeyi arzu ettiğim Cats Müzikali'nin 18. yıldönümü imiş bu yıl ve devam etmekte imiş. E sevindim tabi.. SHakespeare'ın ünlü oyunlarından Kral Lear'ın ise 24. yıldönümü imiş. düşünsenize bir zamanlar babasının baş rol oynadığı oyunda ölümler ardından çocuları devralıyormuş oyunları ve rolleri. Aman Zihni Göktay'a sağlık versin Allah, hani bi şey olsa kafam, onun yerine kimseyi konduramaz. E yani dile kolay "24 yıl" dır o canlanırıp seslendiriyor Lüküs Hayat müzikalini. Di mi ama?

7 Haziran 2008 Cumartesi

yASaKLar

Sigaranın yasaklandığı şu günlerde, yasağın başarı ile devam ettiği gözlemleniyor. En azından gazeteler ööle diyo. Bu sevindirici tabi. -Ki keşke yasaklar değil, ricalar yetseydi insana. bireysel direnç / otokontrol sistemi yasaklara zorunlu kılmasaydı bizi ama toplu halde yaşamak kuralları, kurallar ise yasakları geitiriyor beraberinde -Hazır yasakların işe yaradığı bir süreçte gider iken başka yasaklar da gelse. Büyük şehrin karın ağrılarından, stres toplarından biri benim için "gürültü kirliliği". Çabalansa bulunur buna da bi çare ama zaptı zor olabilir tabi. En azından klakson yasağı ile başlanabilir mesela. 1960'lı yıllarda böyle br yasak uygulanmış -gülmeyin, işe yaramış valla- ve bu yasaktan toplanan para ile İstanbul Haseki Hastanesi yaptırılmış. Bugün bile hastne adının bulunduğu levhanın altında "Klakson Yasağından kazanılan para ile yaptırılmıştır" yazıyrmuş Ne hoş ve ilgindeğil mi! Bizim memlekette de böyle güzel adımlar atılırmış zamanında. Yani bizler de kimseye özenmeden, uygarlık / Avrupa Birliği demeden; KENDİMİZKEN DE güzel şeyler yapmayı akıl edebilecek duyarlıkta bulunabiliyoruz nihayetinde.

Japonca mı?

Shangai Öpücüğü başlıklı yazımı ekler eklemez bi arkadaşla telde konuşuyduk dedi "nerden anladın japonca olduğunu?" Efenim hemen sölim burdan; "harfler-hatta hece demek daha doğru- yan yana yazılıyo ise Japonca, yukardan aşağı yazılıyosa Çince'dir" Yani bööle biliyom. Yıllar önce, üniversitede iken Farsça dersimiz vardı; zorunlu seçmeli. Şirazî'yi, Ömer Hayyam'ı dilinden okuyup dinlemek harikaydı; üstelik müzikli (kendinden ahnekli) bi dil. Muhteşem bir Farsça dil profesöründen alıyoduk dersi -Tulga OCAK-, kadının ağırlığı ve farklılığıyla da bağlantılı olarak Farsça'nın etkisine girdiğimiz bi dönemde İran Kültüre gittik bir iki ay. Yazık ki hevesten ibaret kaldı, yorucu bi dil, üstelik kullanım alanı da yok ki pekişsin. Bi de kursta politik bitakım duruşlar belirginleşmeye başlayınca terkettik toplu olarak. Neysse efenim, işte bu kursta Japon bi arkadaşımız olmuştu, Türkçe çat pat ama İngilizce, Almanca, biraz da Fransızca... süper. Bi yıl Türkiye'de kaldığı sürede Farsça'yı da öğrenyim demiş. İşte ondan biliyom ki bu şarkılar Japonca. Bikaç cümle seslemeyi öğretmişti bize ama nerdeee yıllar öncesinde kaldı valla. O, bu azimle 12 kurun 12 sini de bitirdi mi bilmem ama birlikte devam etseydik biz de Japonca bi şeyler kapardık herhal ondan. Bunca laf ettim bari ismimin Japonca yazılımını sunayım dedim, ama bu kez de blog sayfam farklı yazı karakterini okuyadmadı Html üzerinde. E şimdi, hepten de boş göndermiş olmim sizi, bi dakka. Japonca hakkında kısa bilgi:

"Bugün tek biçimli bir dil olan modern Japonca eski klasik yazı diliyle modern konuşma dilinin uzlaşması sonucunda ortaya çıktı. Çince telaffuzunun Japonca'ya benzemesi yüzünden, önceleri yazı dilinde kullanıldı ve yazı dili konuşma dilinden farklı bir evrim geçirdi; Çin üslubunun etkisinde kalan bu yazı, daha sonra hece işaretleri (kana) biçiminde sadeleştirildi. Bugün Japonca, düşey sütunlar halinde sağdan sola doğru yazılır ve bu yazı Çin harfleriyle kana'nın bir karışımıdır. Japonca'da çok sayıda ünlü vardır; sadeleşmiş konuşma dili ses bakımından ahenklidir; ama konuşma uzarsa bir tek düzelik duygusu uyandırabilir. Yerli kelimeler daima açık hecelerle biter; Japoncaya aykırı düşmeyen n ile biten yabancı kelimeler dışında başka dillerden aktarılan kelimelerin son heceleri açıktır.
Morfoloji bakımından iki büyük kelime kategorisi vardır; bunlardan bazıları değişir, ötekiler değişmez (isimler bu kategoridendir). Değişken kelimelerin, az çok genişlemiş olan köklerine sonekler katılır; bu kökler bir kiplik, bir görünüş veya bir sözdizimi görevini tek başlarına belirtebilir. Değişmez kısa parçacıklar olan eklentiler, halleri veya cümle içinde kelimeler arasındaki ilişkileri anlatır. Dil şahsı veya çoğulu belirtmez, ama kelime hazinesi bir eksikliği giderir ve çoğunlukla şahıslar kullanım kibarlığının derecesiyle belirtilir. Sözdiziminde, belirleyenin belirlenenden önce gelmesi, yüklemin daima sonda cümle sonunda yer alması gibi Altay dil öbeğinde de görülen bazı kurallara rastlanır." -yani Japonca'da kimi kelimeler, Arapça ve Çince'deki gibi kökte değişir; kimi kelimeler de Türkçe vb.de olduğu gibi kök yapısı hiç bozulmadan sonuna gelen gelen eklerle üretilir.

Zaten bu nedenledir ki; Farsça, Türkçe, Fransızca ve Japonca cümle yapısı bakımından aynı dil grubunda yer alırlar. Hepsinde de yüklem sondadır. Olur ya farklı bir dil öğrenmek isyetenler var ise kolaylık olsun..)

Shangai Öpücüğü'nden nerelere..

"Shangai Öpücüğü" diye bir film izledim. Zırt vırt filmlerden biri zannettiğim ama silmeden önce kontrol edim diye başladığım; atlatarak gözattığım bir filmdi. Ama başroldeki Çinli adamın mimiksiz surat ifadesi ile süren, göz ve ağız ile duyguların ancak belirginleştiği bu filmi izleyesim geldi. Derken Los Angleslı bu Çinli kahramanın, köklerine ait, babasından kalma sHANGAİ'daki evi satarak tabir-i caizse kamburundan kurtulmak çabası; Çin'e dair her şeyden sıyrılmak istemesi çekti dikkatimi. Fakat işler onun planladığı gibi olmuyor, âşık olduğu Çinli bir kıziçin orada yaşamaya karar veriyor; ancak, tüm çabasına karşın bi türlü oralı olmayı içtn-beynen başaamıyordu. Psikolojik bir film değildi, güya aşk filmiydi; ama aslında Amerika'nın lehine çalışan bi yapım. Yine de dikkatli izleyince, gerçekte sosyolojik bi mesaj görüyodunuz. Köklerinden -sadece mekân olarak değil, kültürel yapıdan ve değerlerinden de- uzak kalmış bireylerin, doğdukları ve gerçekte ait oldukları topraklara nasıl da yabancılaşıkları ve oraya yeniden dönmenin yama misali bir görüntü ile sonuçlanacağına dair sosyolojik tespitler vardı. Adam, en sonunda yeniden dönüyordu yaşadığı yere; Amerika'ya, huzura eriyodu orada -e ne de olsa Amerikan filmi-. Fakat bi orta yol bulunmuştu filmde;belki mekân olarak kökten uzak kalmıştı kahramanımız, ama alıştığı ortamda kan bağı ile kökü olan -yıllardır ziaretine gitmediği- babasının yanına gidiyordu sonunda. Amerikalı sevgilisi de hali hazırda bekliyodu onu bu arada. ha ha ha...
Velhasıl-ı kelam, filmi değil ama özünü sevdim, bi de müziklerini. Sakin, duru bi sestendi, sözler de anlaşılırdı. Baktım David Kitay. Hemen bi tarama yaptım; ooo adam, görüntü yönetmenliği bile yapmış bi müziyen, ki biçok film müziğinde de imzası var. Hımmmm dedim, aferin.
Bu esnada Japonca olan bir dizi şarkıya denk geldim. Ben dinledim, beğendiğim birini sizinle de paylaşayım efenim. Japoncasını okuyadığım için, "gluuu gluki, kgunkti kangkti...,

kli klubm" gibi birtakım seslerle ahnekli hale gelen bu şarkıyı size uydurduğum ismiyle takdim ediyorm. Karşınızda KLİNGTİ KLUMNB! ..)

กลัว - Nologo

1 Haziran 2008 Pazar

herkesin bir kitap SaTıŞ tekniği var tabi..!

Endonezya'da bir yazar ve aynı Kişisel Gelişim Uzmanı, yeni bir kitap yayınlamış. Onu diğbiçoklarından farklı kılan ise, kitabının tanıtımı için daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yapmış olmas. Zenginlikbaşa bela tabi. Atlıyor bir helikoptere, alıyor 10.000 dolardan bozma 1 dolarlarla dolu çantasını. Geçtiği köy-kasaba üzerine boşltıveriyor paraları. Bu boca edişten nasibini kapan kapıyo, alt alta üst üste. Yetişebilene tabi. Bi de kameraya çektiriyo ki bunu; bundan âlâ reklam mı olur? Oh oH ...
oYSA bi kişisel gelişim uzmanı olarak verdiğmesaj ile alınanın aynı olmadığını hesaba katmalıydı. Öyle ya "ben kitap yazdım, size alabilmeniz için para veriyorum" mesajını veriyor ama, kişi başına çoğu kere günlük 1 doların altında kazanan bir topluluğun insanlarının iletiyi bu şekilde algıladığını hiç sanmıyoum.
Hoş adamın macı dikkat çekmekti, bakın ben bile konu edinip dikkat çekm üzerine.
Hakkaten yalnız; reklamın iyisi kötüsü olmuyo. Tek ve bâkî gerçek bu!

Bu da kuzu çevirme!

19 Mayıs tatilini Sinop'ta değerlenirmiştim. Gitmişken gezmedik yer bırakmayalım dedik, şansımız da yaver gitti. Bu da birkaç yazılık bir seri olabilir.
Neyse efenim, tam zamanı imiş, Sinop'un Bektaşağa Köyü'ndeki panayırı da ziyaret ettik. Bu bildiğiniz yiyecek ve giyim pazarlarının çok daha genişletilmiş bir çeşidi. Bir yanda gözlemeler, çerezler, mısırlar, şekerlemeler; bir yanda sebze meyve serisi; öte yanda ise giyim kuşam (aklınıza ne gelirse...). Dedim ya sosyete pazarlarının anadolu-Karadeniz uyarlaması. Koca bi düzlüğe yayılmış bu panayırda ilgimi en çok çeken ise daha girişte bizi karşılayan kuzu çevirme dizini idi. Şaşkınlıkla hemen fotoladım. Ne bilim, hani kuzu çevrildiğini görmüştüm de ABAKÜS misali bi düzenek üzerine üst üste sıralanmış boncuk gibsini görmemiştim..) Ateş, biraz arkadan ve alttan geliyo. Arkada ona uygun bi de tümsek yapmışlar rüzgârı kesip alevlerin yönünü belirleyen; öölecene pişiyo işte. İlgüünç di mi?

YuMuRtA'dan ne mi çıktı?

Azmin elinden kurtulmuyor bi şey. Sonunda buldum filmi. Sağ olsun ayırmış hemen kenara bizim cd’ci (bu da nası bi meslekse, uyduruvermişiz).

TeDiRginLiğİn filmi diye tanımlayabilirim Yumurta sinema filmini. Semih Kaplanoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı film, İtalyan filmleri formunda bir sükunetle ve bazen renksizlikle (gerçek anlamda renkten bahsediyorum) ağır ağır ilerleyen bir döngüde geliyor karşınıza. Film, aslında biyografik bir yapıya sahip; yani Yusuf’un iç gel-gitlerine, o döneme ilişkin psikolojisine-diyebilirim ki, bir durum hikâyesi-. Ancak bunları öyle belli belirsiz bir bulanıklık ve çalkantı ile sunuyor ki film, seyirci olarak çok iş düşüyor size. Hatta kimi sahnelerde oyuncuları mekâna bırakmışlar, “siz doğal davranın işte…” deyip kendi hallerine bırakmışlar da ööle doğaçlama çekmişler gibi bi haller çıkıyo ortaya. Yakın çekimler ve bilinç akışına destek verici bi suskunluk, ses tonu ve mimik kullanımı az, böylece keşif daha zor. O kadar ki, kahraman olan Yusuf’un duygularına ilişkin fikriniz, ancak çok dikkatli bir izleyici ve gözlemci iseniz mümkün.
Doğrusu bu tip İtalyan tarzı filmler pek cezbedici değildir benim için; ancak film tekniği ve sinemacılıktaki farklı yaklaşımı adına Türk sineması için başarılı bir adım olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce film, sıkıcı gelebilir; ama asla kendi içinde bi tutarsızlığa düşmediğini belirtmeliyim. Yani baştan beri, daha, Yusuf’un İstanbul’daki sahaf dükkanına akşam vakti gelen kadının kitap araması esnasında havaya sinen tedirginlikten, devamındaki annesinin ölümü üzerine gittiğinde sığıntıyla oturduğu koltuk sahnesine, annesinin en yakını olan yeğeni Ayla ile kaldıkları süredeki kamaşmalarına, Yusuf’un ip eğiren adamın makinesine bakarken bayıldığı sahne, mezarlıktaki ve rüyalarındaki gri karanlık sahnelere kadar adım adım her yerdedir tedirginlik. İzleyici olarak sizi de diken üstünde oturtur film. Sonuna gelindiğinde ise son olduğunu anlamaksızın bakakalabilirsiniz. Amaç da budur zaten, bu ruh halini irdelemek. Böylece, ille de bir olayın değil de; bi psikolojinin, ööölesine bi anın da filminin yapılabileceğini göstermektir belki de…
Filmde şu dikkat çekici idi bi de; son zamanlarda belgesel film vb postmodern yaklaşımla çekilen filmlerde olduğu gibi Yumurta’da da oyuncu kadrosu hayli azdı. Bu oyunculardan Yusuf ve Ayla hariç sanırım hepsi yöre insanındandı. Ses vurgu vb gayet amatörce geliyordu çünkü.
A bu arada filmin adı niye yumurta? Bi yumurta sahnesi varbir türlü bukamıyolar tavuk nereye yumurtladı ise. Birkaç günü kapsayan film içinde yumurta ile geliyor Ayla elinde sadece bir yumurta ile, gösteriyor. Ardından gelen sürerçte Yusuf gitmemeye karar veriyor ve film boyunca gerçekten gözüyle tebessüm ettği, güldüğü tek sahne yumurtayı gördüğü sahne. Ben bunu, YUMURTA=İNSANIN ARADIĞI CEVAP ile özleştirdim. Bu konuyla ilgili daha çok çene yapabilirim ama laf ebeliği uyapanın bi âlemi yok. Herkes kendi gözüyle görüp adlandıracaktır nasılsa.

Efenim, şimdi yumurtadan ne mi çıktı? Bu yorumlar brleşince elinizde ne kaldı ise... Velhasıl-ı kelam, sinemacılık adına başarılı bulduğum, ancak kendi film anlayışım açısından pek de beklediğimi bulamadığım bir film oldu YuMuRtA..