31 Temmuz 2008 Perşembe

Sen Çak Dur "GAV"ını !

Geçenlerde Cavit Abimlerde oturur ve bi konu üzerinde laflarken birden Cavit Abim "ohooo... kibrit çıktı, sen daha gav çak dur" demesin mi ! birinden için. Benim için yeni bi deyim, güzel bi laftı. Lafı çözdüm çözmesine cümleden yola çıkıp ama, ben ne bilirim gavı mavı. Bu da neküne falan derken hemen uygulamalı olarak sözün meali sunuldu şahsıma. Önce çakmak taşı getirildi evin küçük kızı Derya tarafından, ardından hal-i hazırda bekleyen bir demir parçası alındı ele ve bu mevzuun kahramanı GAV assolistler gibi getirildi evin taze gelini Nur tarafından (ki bu gav süngeri andırıyor, kokusu da yok kuru iken). Efenim şekilde görüldüğü üzere bunlar birbirini uçtan kesişecek biçimde tutulup birkaç kere çakıldı. Derken ufak kıvılcım parlamalarının ardından tutuştu hafiften bizim GAV. Ööle ağırdan ağırdan sigara ucu gibi yanmaya başladı içli içli. Aman pek güzeldi bunu gözlemlemek benim için; hele de adını defalarca duymama rağmen çakmak taşını ilk defa görüyor olduğum düşünülecek olursa.
Hem biliyor musunuz, bu GAV denilen bitki; mantar gibi elma, barna ağaçlarının gövdesini saran parçalar halinde bulunurlarmış. Ağaçtan bıçakla koparıp alınan bu gav parçaları sıcak su ile kaynatılmasının ardından kurumaya bırakılır, ardından da küçücük parçalar halinde koparılıp çakmak taşı aracılığı ile, ateş yakmada kullanılırmış. Bu kadarla bitmiyor bizim GAVın maharetleri; aynmı zamanda eski amcalar bu gav parçasını tütünle birlikte sararlarmış. (Yok yok Koray Hocam, ben de önce 'yoksa bu bizim nası bi şey acaba' diye merak ettiğimiz meşhur enfiye mi?' demiştim ama değilmiş. Gav denen bu bitki ya da mantarımsı organizma keyif, çok başka bi koku falan vermiyomuş. Sigaranın ağızda bıraktığı acı tadı yumuşatıyor, mentol gibi ferahlık veriyormuş. Bi de özellikle, ateşin daha uzun süre muhafazasında etkili imiş..)
Bilgine ve ellerine sağlık Cavit Abim..)))

kuaförden yeni çıkmışlar !..

Bunlar da kuaförden yeni çıkmış, taze boyanmış civcivler!
Pazarın birinde rast geldim. Yazık yavrulara... hayır bakalım onlar mor gözükmek istiyolar mı?
Hayır da, şaka bi yana, böyle allı pullu hayvanlara ilk denk gelişim değil ama, ne bilim, önce seyirlik sonra acınası bi durum buldum içinde. Hakkaten yazık. Ne kadar da meraklıyız ve yaratıcılıkta sınır tanımıyoruz ki minnacık hayvanları boya ile zehirleme riskini göze alabiliyoruz bööle. Bi bizim memlekette olmasa gerek tabi ama... İnsanoğlunun yapısında var sanırım, bi şeylerin doğasıyla oynamak, formunu mıncıklamak; civcivleri - tavşanları boyamak, küçük köpekleri kemikleri sırtarana kadar traş ettirip elbise giydirmek, kedilere şarkı söyletene kadar ıkındırmak...vb vb. Velhasıl-ı kelam "bakın benim hayvanım farklı" demek için bunca faydasız çeşitliliğe de bi gerek yok ki.

A bu arada hemen ekleyeyim; koç, inek ve deve süslemeyi bunların dışında tutuyorum; çünkü bunlar, hem bir geleneğin uzantısı hem de hayvanlara insanî bi hava vermenin dışındaki süslemeler. Saklanması ve geleceğe taşınmasını gerekli -daha doğrusu anlamlı- bulduğum ritüeller. En azından bu yapılanın, bir anlamı, bir amacı ve hayvanın doğasına ters düşmeyen bi yanı var..

Ne bileyim, görmüşken deyiveresim geldi öle...

Ne olduğu hakkında fikri olan?



Selamlar efenim!

Bu kez de değişik bi sebze ya da bitki ile karşınızdayım. Diyeceksiniz ki yemeye taktın kafayı; ama napayım değişik gelen bi şeylere rastladıkça paylaşmak, burada kayıt altına almak istiyorum. Bu aralar da hep yemekle ilişkili şeyler denk düşüyo ya da bir boğa olmamla alakalı olarak onları seçip sunasım geliyo..))

Neyse efenim, bu fotoğrafta gördüğünüz şey mantar kurusu. Evet, tuhaf görünüyo kozalak gibi ama ööle sert bi şey değil. İçi boş ve su içinde bekletilerek biraz daha yumuşaması sağlanıyor -yani en azından teyzem ööle yaptığını söyledi-.. (yafu dedim teyzeme "insan hiç merak etmez mi, merak edip de sormaz mı neyin nesi kimin fesi, nası pişer falan?") Bu mantar cinsi, su içinde iken turuncu renk bırakıyor suya ve sulandırılmış pekmez gibi kokuyor. Şimdi, bu garip görünüşlü şeye "sebze,bitki" diye geveleyip ne diyeceğimi şaşırmamı anlamışsınızdır sanırım.

Tadı mı? Tabii ki, hiç kaçırır mıyım fırsatı, tuhaf bi şiy diye tatmaz olur muyum. Hemen meraklı kedi modunda önce bi kokladım, dişimle biraz yokladım, ürkecek bi şey olmadığına kanaat getirince de -ki bıu kanaate de neye dayanarak vardıysam artık- attım ağzıma ilk lokmayı. Tadı tuzu yok bi şey, bildiğimiz mantarın özsuyu ve kokusu da değil genzimde hisettiğim. Ama deyin ki iğrenç mi? hayır değil; soğanla, kekikle falan birleşince hoş bi aroması olabilir. Ama bunun bi yapılışı falan olmalı, bi farklılığı?

Arkadaşlar! Enişteme hediye olarak gönderilmiş olan bu mantar hakkında onların bi fikri yok... Bi fikri olan; bu mantarın adını, nasıl yapıldığını, nerede yetiştiğini falan bilen varsa ses etsin, çatlıcam meraktan..)))

25 Temmuz 2008 Cuma

ohh açık hava bol gıda..)))

Bir süredir Kayseri'deyim. Günler teyzeler, dayılar, kuzenler harmanında geçiyor, hem de harıl harıl. Açıkçası ne zamandır bööle dinlenmemiştim burada. Hep apar topar gelip mutlaka bir iş nedeniyle azıcık kalıp geri dönüyordum. Bu kez tadını çıkardım anlayacağınız.

Belediye, Beştepeler Mahallesi'ne çok sevimli Hobi Bahçeleri yapmış. Ööle bildiğiniz mahalerlerden değil adı sizi yanıltmasın, Kayseri'nin yüksekçe bir yerinde meşhur mesire yerlerinden; boşuna tepe dememişler yani. Manzara gece muazzam ışıklı dört bi yana doğru. İşte bu cephelerden birine yapmışlar Hobi bahçelerini. Sadece alan tahsis edip kiralamakla kalmamış, betondan minik odacıklar kondurmuşlar her bir arsaya. Çatısına falan -sundurma tarzı-kamışlardan süslerle otantik de bi hava vermişler. Hele bazıları ööle bi cennet mekâna çevirmiş ki bahçesini insanın hobi bahçesi alası geliyor. Dayımlar da yakın zamanda edinmişler kendilerine bi tane. Bi heves vardık, ööle çok bi şey yok bahçede mütevazı bi ekin dışında ama bu bile yetiyor insana; toprakla bir, güneşten küfül küfül esen bir yere kaçmış olmaktan ötrü.


E tabi hiç durur muyuz boğazsız..) Hemen Kayseri usulü bi piknik organizasyonu ile getirdiğimiz şebitleri çıkardık, önceden hazırladığımız özel baharatlarla harmanlanmış kıymalı içi de... döşedik bi içten bi şepitten kat kat yapa yığa. Nitekim sol cenapta meşhur Kayseri YAĞLAMASInın yapılanışını görüyorsunuz..) Bol sarımsaklı yoğurt ve salata eşliğinde -ki sade maydanoz ve limonla da muhteşem olur- o açlıkla değme kral sofrası gibi bi yemişiz ki sormayın. Ellerine sağlık Hayriye Yengem..)
Şu nefasete bakın da ne demek istediğimi anlayın:












23 Temmuz 2008 Çarşamba

Ve Bir Yıldız Daha Kaydı...

Merhabalar! Uzun zamandır blogumla haşır neşir olamıyorum. Çok da özledim aslında, ama tatil hali Trabzon ve sonraki zamanlarda anlatacak çok şey birikti. Gelin görün ki ben fırsat bulup da yazıncaya kadar kiminin anlamı kalmadı, tedavülden kalktı. Gene de bazılarını yazıcam ilk fırsatta. Şimdi kuzen'de interneti ve fırsatı yakalamışken -Melikem'e teşekkür ediyorum- bi şeyler karalayayım dedim; MERHABA babında...
Neyse efenim... Dün çok sevdiğim -kişilik, yaşama bakış ve mesleğindeki duruşuyla çok sevimli bulduğum- bir insan hayata gözlerini yumdu. Çok üzüldüm duyunca...Gerçek adı Suna Belener. Yıllarca Devlet Tiyatrolarında hizmet vermiş, 100'e yakın Türk Filminde rol almış ve Avni Dilligil, Ulvi Uraz gibi daha bissürü ödül de alan Suna Pekuysal. Sırtındaki kamburu sanki yaşamında omzuna yük olan nice derdi taşır gibi gelirdi bana. Ne yaşardı bilinmez ama bana mısın demez şen ve şakraklığı kendinin gerçekliği yapardı. Çocukluğumdan bu yana görmeye alıştığım bir yüzü artık yaşamdan ayrıldı bilmek, bir daha göremeyecek olmak hüzünlendirdi beni sanırım. Gariptir ama nice filmini seyrettim yıllarca, yine de yaşlandıkça daha bi sevimli, daha bi alıştığım yüz olmuştu. Hele MFÖ'nün Özkan'ı ile çevirdikleri bir dizi film vardı "Eyvah Annem"di sanırım (uyduruyor olabilirim, hatırlayamadım, bulamadım da). Oradaki rolü ile çok özdeşleştirmiştim onu. Bölümlerden birinde eve arkadaşlarını topluyordu, oğlu hazır yokken. Erkekli kadınlı topladığı arkadaşlarının elinde de udlar, kemaniler... derken efenim fasıla başlar bi eda ile başlıyorlardı çalmaya. O da nesi; oynak bi parça. Sertap Erener'in "Yeni Yıl Şarkısı"nı söyleyivermesinler mi... "Yeni bir aşk yeni bir iş yine gülecek bir neden lazım / yeni bi hayat, gerisi bayat, bunlar için bana şans lazım / yeni bi duruş, yeni dokunuş, tek tek keşfetmem lazım/ ahhhh.." ne kadar eğlenmiş, dizinin bu beklenmedik sonuna bayılmıştım. O gün bugündür ne zaman Suna Pekuysal adı geçse o anı hatırlar ve tebessümle anarım.
Seni hep bööle güzel, şen anımsayacağım. Çiçekler içinde güzelliklerle uyu Suna Pekuysal... Seni özleyeceğim.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Burası da neresi!

Trabzon BİLSEM'deyim. Bilim ve Sanat Merkezleri'ne öğretmen yetiştirme kurslarının Karadeniz grubunda. Sayıca hayli kalabalığız ama daha ortalarda çok insan yok. Yeni yeni gelmekteler.. Bir üniversite öğrenci yurdunda kalıyoruz. Akşamın bir vakti indim buraya, hemen terminalin karşısı zor olmadı bulmak. Kafamı bi kaldırdım yükselen bi bina, gri mi gri. Neyse girdim içeri, ışık yok otomatı bulana kadar hal geldi başıma. Biraz ilerledim ama katlar boyu bi. karartı, fabrika gibikoca ve ürkütücü bi alan. Baktım üst katlarda bikaç insan ve ışık. Aman allahım ışık varsa asansör de vardır diyerek arandıom baktım ki hemen girişte sağda duruvermekte imiş. Bi yerin acemisi olmak da zor -kör pissik gibi- hemen göremiyosunuz bi şeyi. Neyse efenim bindim asansöre 1,2,3... yok, taaa 6'ya kadar. Bastım ya allah diyerek düğmeye. Bütün o çirkin girişe rağmen sağlam ve gönül rahatlatan bi asansör. Kapı açıldı, dersiniz başka bir dünyaya açıldı, o ürkütücülük kayboluverdi. Baktım karşımda ben gibişaşkın ama yerlerine kavuşmuş sırıtkan tipler. Gayri ihtiyari sırıtıvermişim ben de. Bir sırıtma hali karşılıklı sormayın dakkalar gibigeldi. İçlerinden biri müdürü imiş bu yurdun. Anlayacağınız -yok yok ben atlar giderim bi taksiye bulurum illaki doğru düzgün bi yer. Kalınmaz burda.. diye söylenmelerimle bezenenen- bu tuhaf başlangıç, tebessümle kendine geldi. Beklediğimden daha iyi; ben yurt falan deyince yatılı lise tecrübelerimden yola çıkarak "ya koğuş usülü 6!lı, 10'lu yatacaksa; hadi tek banyoya tâbi isek" diyodum, neyse ki iki kişilik odalar. Öyle iyi bi şey değil ama en azından -olabileceği kadar- temiz. Gülmeyin valla dünden beri yaşadığım telefon trafiğini ben bilirim. Sorumlu kişilere ulaşamayıp muhatap bulamayınca, bir de yeriniz hazır denmesine rağmen telefonlardaki sesler "a ne yeri, ne semineri.. hem yurt tadilatta" falan diye gevelelemelere maruz kalınca daha iyimser düşünemiyosunuz. Telaş telaşa konaklama için diğer çözüm yollarının arayışında şişiyor beyniniz. Bavul hazırlıları da ayrı bi hengame. Öyle ya burdan sonrası tatil..))) İşte bu yüzden bunca kafapatlatmalı koca bir günün ardından burayı görünce, bi de kantinde şu an kullanmakta olduğum bilgisayarı fark edince demeyin keyfime. Harika değil tabii ki ama ölümü gösterip hastalığa razı getirme durum oldu benimki. Daha da önemlisi, Trabzon'dayım ve kendim için bi şeyin uğraşındayım var mı ötesi.
Hey tadını çıkaracağım tabii ki. Bi şeyler öğrenirken birazcık da eğlenmenin kime ne zararı var..)